Eskiden yaz tatili demek; birkaç tişört, biraz yol heyecanı ve bolca özgürlük demekti. Hele Kırşehir gibi herkesin birbirini tanıdığı bir şehirde büyüdüyseniz, tatil sadece deniz ya da yayla değil; aynı zamanda “kaçamak bir rahatlık” anlamına gelirdi. Çünkü şehirde ne yaparsanız yapın, illa bir komşunun ya da akrabanın radarına yakalanırdınız. Mahallenin büyükleri adeta insan MOBESE’si gibi çalışırdı. Bazen şaka yollu “Yine MOBESE’ye yakalandık!” deyip gülerdik.

Ama artık işler değişti.

Şimdilerde gerçek MOBESE’leri bile geride bırakan bir izlenme çağında yaşıyoruz. Sokakta, alışverişte, kafede, otelde, hatta tatil için gittiğimiz bir kiralık evde bile gizli bir göz tarafından izlendiğimiz hissi içimize yerleşmiş durumda. Bu sadece bir his değil üstelik; haber bültenleri neredeyse her hafta gizli kamera skandallarıyla dolu. Teknolojinin geldiği noktada kameralar öylesine “akıllı” hale geldi ki, mahremiyeti unutturacak kadar görünmez olabildiler.

Geçtiğimiz yaz, bu yeni düzene dair yaşadığım deneyim bu satırları yazmama vesile oldu. Tatil için iki arkadaşımla birlikte Kırşehir’den yola çıkıp, küçük, butik bir otele yerleştik. İlk başta her şey normaldi. Ta ki arkadaşım, televizyonun altındaki prizde garip bir ışık fark edene kadar. Meğer priz sandığımız şey, gizli bir kamera imiş. O an yaşadığımız öfke ve şaşkınlığın yanında asıl derin duygumuz, kırgınlıktı. Çünkü o odaya yalnızca bedenimizle değil, düşüncelerimizle ve kırılganlıklarımızla da girmiştik. Ve şimdi tüm bunlar, bir başkasının ekranında olabilir miydi?

Otelden çıkıp gerekli şikâyetleri yaptık, ancak yaşadığımız güvensizlik duygusu kolayca geçmedi. Bu olay, aklıma sosyolog Michel Foucault’nun Panoptikon kavramını getirdi. Foucault, birini gerçekten izlemek yerine, “her an izlenebilirim” duygusunu aşılamanın, birey üzerinde çok daha etkili bir gözetim biçimi olduğunu söyler. Bugün biz de, izlenip izlenmediğimizi bilmeden ama izlenebileceğimize inanarak davranışlarımızı şekillendiriyoruz.

Eskiden “özel alan” olarak kabul ettiğimiz yerler—evler, otel odaları, soyunma kabinleri—bugün sorgulanır hale geldi. Mahremiyetin sınırları, dijital gözetim teknolojileriyle belirsizleşti. Üstelik bu gözetim, yalnızca fiziksel değil. Artık dijital dünyada da görünmez gözlerin hedefindeyiz. Sosyal medyada paylaştığımız bir fotoğrafı bile iki kez düşünerek yayınlıyoruz. Mayomuza, pozumuza, hatta tatil keyfimize bile otosansür uyguluyoruz.

Asıl tehlike ise, bu izlenme duygusunun normalleşmesinde yatıyor. Göz, artık sadece dışarıdan değil, içimizden de geliyor. Kendimizi gözlemliyor, sınırlarımızı yeniden çiziyoruz. Ve farkında olmadan, kimliğimizin parçaları birer birer aşınıyor.

Çocukken akşam ezanı eve dönüş saatimizdi. Mahallenin gözleri, sevgiyle karışık bir denetim sunardı. O gözler bizi korur, ait olduğumuzu hissettirirdi. Bugün ise teknolojik gözetim, duygusuz bir mercekten mahremiyetimizi izliyor. Eskiden tatil bir kaçıştı. Şimdi ise, insan kendi benliğinden bile kaçma ihtiyacı hissediyor.

Belki de en korkutucu olan bu.