Tabir yerindeyse akşama kadar beygir gibi dolaştım durdum sokaklarda. Geç bir saatte eve döndüm. Sanırım minarelerden yatsı ezanları okunuyordu ya da okunmuştu bilmiyorum. Nereye gittiğimin de çok önemi yoktu. Çünkü sadece kaçıyordum. Nereye mi? Onu da bilmiyorum. Kendimden kendime kaçıyordum her halde. Huzur bulacağım bir köşe, tenha bir yer arıyordum.

Çocukluğumda yaraları kurtlanan hayvanların sağa sola kaçışlarını hatırlarım. Koşa koşa kaçarlardı bir yerlere doğru. Gölgeliklere koşarlardı mesela ama hiçbir gölgelikte uzun süre kalmazlardı oradan başka bir yere derken daha da dulda bir yer bulana kadar arayışları devam ederdi. Ne kadar da onlara benzeyen bir haleti ruhiye içindeyim.

Tüm gün dolaşıp durdum. Artık gidecek yerim, adım atacak mecalim kalmadı. Çaresizce evin yolunu tuttum. Evin yolunu bulamayıp gelemeyen hayvanlar da olurdu bazen. Ya onlar gibi evin yolunu bulmasaydım ne yapardım! Buna da şükür!

Bahçe kapısından yavaşça içeri girdim, tıpkı bir hırsız gibi. Evin yan tarafında komşum Hacı Mustafa ilişti gözüme. Beni fark etmesin diye çabaladıysam da başaramadım. Kümesi kapatmaya gelmiş. Daire aldığı için geceleri yatıya oraya gidiyorlar. Burayı da bağ evi olarak kullanıyorlar. Elinde tuttuğu feneri gözüme tutunca halsizliğimi fark etmede gecikmedi, fakat sorularını geçiştirdim.

Vaktin geçliğinden şikâyetle teşekkür edip gitti. Ben de fırsattan istifade içeriye damladım. Kapıda ki ayakkabı çokluğu beni tekrar dışarıya itti. Çünkü içeride azımsanmayacak bir misafir kalabalığı vardı. Bahçedeki çeşmede yüzümü yıkayıp öyle döndüm. Salonda çocuklar mangala oynuyorlardı. Geldiğimi görünce bir canlandılar, bir canlandılar yüzüme renk rûçuk geldi adeta.

Emekli Murat hoca ve birkaç komşu vardı odada. Sohbeti koyulaştırmışlardı. Memleket havadisleri biter mi hiç? Tek tek musafaha yaptıktan sonra hal hatırımı sordular. Bir anlam veremediysem de Murat Hoca’nın beni alttan alta süzüşü gözümden kaçmadı.

Çay, meyve faslından sonra söz döndü dolaştı bana geldi. Son günlerdeki halim özellikle içine kapanma durumum, sokaklarda delicesine dolaşmam, ağlamaklı ve hüzünlü duruşum kulaklarına kadar gitmiş demek ki. Ne diyeceğimi bilemedim ama Murat Hoca özellikle sihir ve büyü üzerinde durunca rahatladım. En azından şu anki halime sebep aşkımın varlığından haberleri olmayacaktı ve konu farklı bir mecrada akacaktı.

Sohbetin bitmesini, misafirlerin dağılmasını istiyordum. Çok sürmedi herkes dağıldı. Çocuklarda yatmıştı zaten. Namazımı kıldıktan sonra odama çekildim. Az kestireyim diye kanepeye uzandım. Gözlerimi kapatır kapatmaz da aşkımı gördüm. Elinde bir defterle mezarında oturmuş bana bakıyordu ben de onu seyrediyordum. Bana baktı, yüzüme tebessüm etti. Alnında daha önce hiç görmediğim bir ışık parlıyordu. Çevreyi aydınlatan bir nur halesi gibi! Daha dikkatli bakınca aşkımın alnından çevreye yayıldığını zannettiğim o ışık meğerse defterden yayılıyormuş. Defter daha çok dikkatimi çekti. Daha çok odaklandım.

Evet, evet bu oydu. Neden daha önce fark etmemiştim. Bu, aşkımdan bana kalan tek hatıra defteriydi. “Seni Gördüğüm Günden Beri Burda Yokum!” adlı defterin ta kendisi. O kaza gününden beri hiç açıp okumamıştım. Odamdaki çekmecede duruyor. Kaza anında eşyalarını yerden toplarken bunu da yanıma almıştım. O günden beri de hiç unutmadım ancak acımdan dolayı bakamadım, okuma fırsatı bulamadım. O sayfalarda beni nelerin beklediğini de bilmiyorum doğrusu.

Koşa koşa aşkımın yanına gittim. Doyasıya sarılmak istedim ancak o yüzüme bile bakmadı. Başında yine o vişneçürüğü eşarp. Yine öylesine güzel kokuyordu. Anlatamayacağım tarifsiz bir kokuydu bu. Taze iğde kokusunu anımsatan bir koku! Aşkıma sarılamasam da ondan yayılan kokuyu doyasıya içime çektim. Huzur buldum. Fakat yüzünü benden çevirmesi azap gibiydi. Dayanamadım.

“Neden böyle olduk şimdi? Ayrılığınla gönlüm yangın yeriyken sen benden yüz çeviriyorsun!” Önce cevap vermedi. Sonra yavaşça başını benden yana çevirip o her zaman ki mülayim sesiyle:

“Beni toprakta mı ararsın? Ne çabuk gömdün beni? Pastoral Bağ Evi hayalimizden vaz mı geçtin? Oraları şenlendir. Eğer oraları şenlendirirsen gelirim!” dedi.

Aşkımla konuşmanın sarhoşluğu sardı beni. İçim içime sığmıyordu. Söylediği şeylerin büyüsüne kapıldım. Billur kâselerden damlayan damlalara benziyordu kelimeler dudaklarında.

“Sen nasılsın?” diye sordum söz arasında ama ses çıkmadı. Saniyeler içinde oldu her şey. Başımı kaldırıp baktığımda yerinde yoktu. Deliye döndüm. Sağa sola bakınmaya, kendinden geçmiş Mevlevi bir derviş gibi etrafımda raksa başladım. Yoktu işte, gitmişti, kaybolmuştu, gözden yitmişti. Arkama döner dönmez ona çarptım. Hem çarptım hem ürktüm. Başımdan aşağıya kaynar sular dökülmüşçesine bir ter bastı vücudumu. Sert bir tokat yedim kulağımın dibine. Büyük bir korku içinde yere düştüm. Her taraf karanlık ve ıssızdı. Konuşmaya, bir şeyler söylemeye çalıştım ancak sözcükler boğazımda düğümlendi kaldı. Nefessiz kaldım bir an.

Yüzünü seçemediğim adam tokatla yetinmemiş olacak ki elinde bir değnek ile üzerime doğru yürüdü. Kaçmaktan başka çarem yoktu. Aşağıya doğru hızlıca koşmaya başladım. Ne olduğunu anlamadan ama ayağım sert bir şeye takıldı ve yüzüstü yere kapaklandım. Düşer düşmez de yüzüm, gözüm, ağzım her tarafım kan ter içinde uyandım. Kanepe yerine mezarlıkta, aşkımın toprağına sarılmış vaziyetteydim. Bir taraftan yüzümü siliyorum diğer taraftan ağlıyorum.

Çünkü buraya ne zaman ve nasıl gelmişim hiçbir şey bilmiyorum. Tek hatırladığım misafirler gittikten sonra kanepeye sırt üstü uzanmam.

Of Allahım of! Neden hiçbir şey hatırlamıyorum. Uyurgezer mi oldum yoksa. Neyse bunları düşünecek durumda değilim şu an. Bir an önce şu karanlık ve ıssız mezarlıktan kurtulsam iyi olacak yoksa aklımı kaybedecem çünkü garip garip ürpertilerle doluyor içim.

Defteri de çok merak ediyorum. Kahretsin niye daha önce hiç bakmamışım. Ne yazılı o sayfalarda. Aşkım niye onu elinde tutuyordu? Kesin bana bir mesaj veriyordu ama ne? Ürpertiler içinde toprak yoldan ilerlemeye başladım ancak ayaklarım kramp girmiş gibi karıncalanıp duruyor. Tek adım atamıyorum. Tekrar yere düştüm. Allah’tan ki zemin topraktı da bir tarafım incinmedi. Düştüğüm yerden doğrulmak üzereydim ki yeniden onu gördüm. Rüyada beni değnekle kovalayan adam. Rüyam gerçek mi oluyor anlamadım bir türlü ama korku tavan yapmış bir halde her tarafımdan sıkıca sarsıyor beni.

-“Evlat, korkmanı gerektirecek bir durum yok” dedi şefkat dolu bir sesle. “Ben mezarlık bekçisiyim.” Mezarlık bekçisiyim deyince biraz rahatladım çok şükür ama gene de kaygılıydım çünkü ürpertili bir hali vardı adamın. Karanlıktan olsa gerek yüzünü de çok net seçemiyorum. Beni göz ucuyla bir iki süzdükten sonra “

“Bu vakitlerde buralar tekin olmaz hem çok da korkmuşa benziyorsun. Değnekle kovalamışlar sanki”

“Değnek” lafını duyunca irkildim ama yapacak bir şey yok. Adam mezarlık bekçisi sonuçta rüyamla ilgisi ne olabilir ki deyip geçiştirdim. Geçiştirdim çünkü böylesi daha işime geldi yoksa ödümün patlaması an meselesi olabilirdi.

“Kalk evine git” dedi. “Belki yatağın hala bıraktığın gibi sıcacıktır.”

Beraberce, hiç konuşmadan mezarlığın sonuna kadar geldik. Ne o konuştu, ne ben konuştum. Nasıl bir adamla yürüdüğümü bilmiyorum ama içime garip bir huzur doluyor sanki en azından bunu fark ediyorum. Mezarlığın uğultusunu bastıran bir sessizlik her tarafa sinmiş, biz de o sessizliğin içinde kelime kurar gibi sağa sola bakınıyoruz.

“Buradan ayrılalım. Yokuş aşağı gidersen direk eve varırsın” dedi. “Nerden biliyorsun?” diye soramadım çünkü sormak aklıma gelmedi. Benim evimin yolunu bana tarifeden bir yabancı!

Tam ayrılmışken ismini sormak geçti içimden aynı ivedilikle arkama döndüm. Uzaklaşmış gidiyordu. Arkasından seslenerek: “isminiz” diye cılız bir ses çıktı ağzımdan. Benim bile zor duyduğum sesimi o duymuş olmalı ki “Gavvas diye bir ses çıktı ağzından, “benim adım Gavvas” dedi ve arkasına bakmadan gözden kayboldu Gavvas!