Doğru insanı bulamıyoruz şikâyetleri çoktur. Doğru insan, dertlerimizin dermanı olan insandır. Bizi doğruya yönlendiren, doğruyla buluşturan, teşhisi doğru koyan insandır. O doğru insanı, hep uzaklarda ararız. O, hep uzaklardadır, kendimize bakmak aklımıza gelmez nedense.

Hz. Mevlana, meşhur eseri Mesnevi’de, yakalandığı hastalıktan dolayı günden güne sararıp solan bir kızın hikâyesini anlatır. Bir türlü iyileşemeyen kızı hekime götürürler. Hekim, hastaya bakar bakmaz onun aşk hastalığına yakalandığını anlar. Sıra sevdiğini, platonik aşkla gönlünü çalan kişiyi bulmaya gelir. Bunun için bazı yöntemler kullanır. Önce şehrin mahallelerini, sokaklarını, caddelerini kapı numaralarına varıncaya kadar sayar. Kızın gönlünü çalan delikanlıyı bulur. Delikanlı bulunur bulunmaz kızın rahatladığı, nabzının normale döndüğü görülür.

Başvurulan, doğru ve bilinçli hekim olunca çözüm çabuk bulundu. Toplum olarak bizde böyleyiz. Sıkıntılarımız had safhada. Dertlerimize çözüm arıyoruz ama doğru iz üzerinde olmayınca sıkıntılarımız artıyor. Dertlerimizi çözüme kavuşturacak doğru rehberlerle yol almalıyız. Önceliğimiz doğru insanı, doğru rehberi, doğru hekimi bulmak.

Bütün kavgaların, bağırışların temelinde doğru insanların etrafında toplanmayışımız yatmaktadır. Sorunları, problemleri abartanların, aç gözlülerin, riyakârların, entrikacıların, düzenbazların varlığı büyük tehlike. Daha da büyüğü onlara çabucak kanmamız. Ya da işimize öyle geliyor. Olması gerektiği gibi değil, işimize geldiği gibi organize olmayı seviyoruz. Pes doğrusu!

Geçenlerde bir dostum geldi, yarım saat kadar oturduk, epey de konuştu. Her cümlesi gıybet, dedikodu, laf taşıma. Falan kitapçı şöyle yaptı, falan hoca şunu söyledi, falan ibni filan şuna asıldı, şuna kapıldı vesaire… Konuşmaya çok fazla katılmadığımı, sessiz kaldığımı görünce “bugün formunda değilsin galiba, ben kalkayım” dedi. İçimden “iyi olur” desem de:

“Siz konuşmuyorsunuz ki! Sadece gıybet yapıyorsunuz, laf taşıyorsunuz! Bunun neresi sohbet? Bir de formumda olmadığımı söylüyorsunuz?” dedim. “Doğru” dedi ve çekip gitti.

Gıybet, dedikodu, laf taşımak! Bunlar normalleştirdiğimiz manevi hastalıklar!

Beyaz Giyme Toz Olur türküsünü bilirsiniz. Dinlemeyi sevdiğim türkülerden. “Beyaz giyme toz olur, Siyah giyme söz olur.”

Kulp takmayı, kusur bulmayı, burun kıvırmayı çok seviyoruz! Beyaz da giyse, siyahta giyse içimiz fitne fesat, illaki kusur bulacağız! İyi tarafından bakma, hayra yorma hünerlerimizi yitirmişiz. Oysaki çözüm hayır da buluşmak. Ahibba-yı kirâm boşuna “Hayır dile komşuna, hayır gelir başına” buyurmamış.

“Dünyayı güzellik kurtarır” diyor Dostoyevski. Güzelliklerde, iyiliklerde, hayırlarda buluşmayı unutmuşuz. İşimiz, gücümüz şer, fitne, fesat! Sonra da bu fitne ve fesattan hayırlı bir hasat bekliyoruz!

Evet, doğru insan kalmamış, doğru insanı bulamıyoruz şikâyetlerini bir tarafa bırakmak en doğrusu zannımca. Bunun içinde öncelikle Necip Fazıl üstadın buyurduğu gibi sağa sola bakmayı

bırakmalıyız, kendimize, kendi içimize bakmalıyız. Ben işin neresindeyim, diye sormalıyız içimize. “İçine bakan aydınlanır” der Hz. İsa. Temiz topluma giden yol, temiz fertlerden geçer. Herkes kendi kapısının önünü temizlerse tüm şehir pırıl pırıl olur.

Son yıllarda birçok sufinin hayatı filme alındı, dizilere uyarlandı, haklarında kitaplar, romanlar yazıldı, okullarda okutuldu, sokaklara, caddelere adları verildi. Ne güzel!

Bu sufiler bir hırka, bir lokma yaşayan, mütevazı, seçkin, arif, özel insanlar. İsimlerini sokaklara, caddelere verdiğimiz gibi keşke ahlaklarını da kalplerimize nakşetseydik. Onlar gibi yaşasak, onlar gibi kucaklaşsak, onlar gibi sevsek! Ne iyi olur değil mi? Ruhların, gönüllerin muradı budur!

Bir Yunus, bir Mevlana, bir Hacı Bayram-ı Veli, bir Hacıbektaş-ı Veli olmak! Dünyamızın parlak yıldızları, içimizin aydınlık kapılarıdır bunlar!

Derviş olmalıyız, derviş gibi yaşamalıyız. Birbirimiz için güvenilir limanlar, sığınaklar olmalıyız. Mutlu olmalıyız karşılaştığımızda; özlemeliyiz ayrıldığımızda, tekrar görmek için yollar aramalıyız, can atmalıyız! Derviş olmak sevgiyi yaşamak demektir. Dünyayı çok fazla ciddiye almamak, abartmamak, büyütmemek gözümüzde, gönlümüzde!

Bir gün bırakıp gideceğimizi aklımızdan hiç çıkarmamalıyız ve öyle yaşamalıyız. Öyle yaşamalı, öyle sabahlamalı, öyle akşamlamalı! Dün gitti, yarın meçhul. Bulunduğumuz ana odaklanmalıyız. Sevmeli, dua etmeli, iyilikleri, güzellikleri çoğaltmalı, çoğalmalıyız. Partiymiş, cemaatmiş, mezhepmiş, tarikatmış, şuymuş, buymuş! Yüreğin sesine, yüreğin coşkusuna, yüreğin güzelliğine kulak vermeli… “Kalbine danışan yolda kalmaz” buyurur büyükler büyüğü (sav).

Sinemizde hep iyi niyet olmalı, dua olmalı, birlik, beraberlik, kardeşlik çağrısı olmalı, sevgi olmalı. Güneş doğunca karanlık pılıyı pırtıyı toplayıp kaçar ya öyle olmalıyız. Işık olmalıyız, aydınlık olmalıyız, güneş olmalıyız, aşkla doğmalıyız tüm karanlıkların üzerine, aydınlatmalıyız ve güzelleştirmeliyiz tüm dünyamızı.

Eşkıyalıktan evliyalığa terfi eden, İmam- Azam’ın çağdaşı, büyük veli Fudayl b. Iyad gibi olmalıyız. Lafta değil icraatta, sevgide, gönülde… Ona diyorlar ki:

“Üstad, Filanca senin aleyhinde konuşuyor.”

“Vallahi bunu ona yaptıran şeytana çok kızıyorum” diyor. Sonra da ellerini açıp şöyle dua ediyor büyük veli:

“Allahım! Eğer o kulun doğru söylüyorsa beni bağışla, yok eğer yalan söylüyorsa onu bağışla!”

Doğru insan olmak budur. Bunu başarırsak doğru insan, doğru toplum, SÜPER DEVLET oluruz.