Sinema sanatında ses varolmadan önce çekilen sessiz filmleri seyrettikçe, o eski filmlerin sesli filmlerden sanat yönüyle her zaman bir üstünlüğü olduğunu düşünüyorum: Konuşma olmadığı için her şeyi karşıdakine mimiklerle, el ve yüz ifadeleriyle, vücut hareketleriyle anlatmak zorundadırlar, çok zor bir iştir…
Sessiz filmleri seyredince sükûtun ne kadar kıymetli bir şey olduğunu, atalar sözünü hatırlıyorum.
İnsan; çoğu zaman, bir kitapla, bir şiirle, hattâ duvarlarla, ağaçlarla, kuşlarla, bahçede yetiştirdiği sebzeyle konuşur da, beraber çalıştığı insanlarla, yakın bir akrabasıyla konuşamaz.
Bir anadil dediğimiz konuştuğumuz dil vardır, bir de türkülerde geçen kalbin dili vardır. Konuştuğumuz dil, aynı dildir ama sözün kalpten geldiğini bilirsek eğer insanı insana yaklaştıran bağın ağızdan çıkan söz değil, yürekten okunan nağme olduğunu hatırlarız.
Geçtiğimiz yıllarda “Umudun Tarifi” isimli bir Japon filmi seyretmiştim. Filmin kahramanı 76 yaşındaki yaşlı kadın Tokue, küçük bir büfe sahibine iş başvurusunda bulunur. Bu işletmede Japonya’da çok meşhur olan ‘Dorayaki’ satılmaktadır. (Fasulye ezmesini ekmeğin arasına sürerek yapılan sandviç türü) Ancak dükkânın işletmecisi, kadına önyargıyla yaklaşır, hem yaşlı olduğu için, hem de geçmişte geçirdiği cüzzam hastalığı nedeniyle ellerinin parmaklarında oluşan fiziki eksiklikler nedeniyle… Ancak kadını tüm önyargılarına rağmen işe alır. Yaşlı kadın o kadar muazzam ‘dorayaki’ yapar ki satışlar kısa sürede katlanır. Yaşlı kadınla genç patron arasında bir sevgi bağı oluşur. Çok şey konuşmazlar belki ancak bir anne-oğul ya da adına ne derseniz deyin bu bağlamda koparılamaz bir sevgi birlikteliği oluşur birkaç ay içinde. Kadın şunları söyler: “Yürekten inanıyorum ki bu dünyadaki her şeyin anlatacak bir hikâyesi var; gün ışığının ve rüzgârın bile… Hayatlarınızı sızlanmadan yaşamaya çalışınız… Bazen gözlerimiz öyle üzgün bakar ki bizi çevreleyen duvarları asla aşamayacağımızı düşünmenin verdiği bakıştır o…“
Her yıl İzmir’e gittiğimde çok sevdiğim arkadaşım Kurtuluş ile birlikte Bornova’da ‘Büyük Park’ta yer alan Down Sendromlu çocukların çalıştığı çay bahçesinde otururduk. Oradaki sessizlik bize huzur verirdi. Birkaç gün üst üste oraya uğradıktan sonra bu çay bahçesinde çalışan bir çocuk, metroda beni tanıdı ve hatırımı sormuştu. Ne kadar mutlu olmuştum bilemezsiniz! Dediğim gibi mesele dil değildi... Uzun süredir sokakta kendini göremediğim, tanışıklığımızın olduğu altmışlı yaşlardaki bir çöpçü bana seslendi; beni merak ettiğini, uzun süre görünmediğimi söyledi. Ne ben onu isim olarak biliyordum, ne de o beni, beş dakika konuşmuşluğumuz bile yoktu. Ancak bir akrabadan, işyerinde yıllarca çalıştığım bir insandan daha yakın davranmasıydı önemli olan.
***
Saklı Kalan Şiirler Köşemizin bu haftaki ilk misafiri Gülümser Soğancı, 1966 yılına gidiyoruz:
ÇAĞRI
Gel tut ellerimden,
Götür başka dünyalara beni…
Ama orada
Şarkılar ağlatmasın
Dostça gülümsesinler, insanların gözleri.
İstersen;
Bir deniz kenarı olsun evimiz
Dalgalar vursun sabah akşam sahilimize
Güneşin, ayın altın ışıklarını
Yine deniz sersin önümüze..
Yamaçların çam kokusunu
Getirsin rüzgâr,
Hafiften titretsin içimizi…
İstersen;
Karlarla örtülü bir dağ kulübesi olsun.
Rüzgâr vahşi, dallar kuru çıplak…
Biz ocakta parlayan ateşi seyredelim
En saçma şeylere dahi,
Tasasız çocuklar gibi gülelim
İşte benim hayallerim…
**
İkinci şiirimiz Müşür Kaya Canpolat’a ait, yıl 1954.
HİKÂYELER İÇİNDE
Sen unutulmamış hikâye,
Ben anlaşılmamış şair…
Ve ibadet etsin melekler aşkımıza
Yerini bulmalı dualar.
Nedir, yeryüzünde imrendiğimiz;
Saadetten gayri ne var?
Rüzgârlar dağıtmalı saçlarımızı
Rüzgârlar bilmeli sırrımızı
Ben sihirli ülkelerde kumarbaz
Sen maça beyinin kızı.
Hep yan yana olmalıyız vapurda;
Denizler daha güzel, daha mavi
Sen, benim deniz kızım, sevdiğim
Ya yeşil giymelisin, ya mavi.
Böyle güzel geçen her öğle sonu
Bütün düşünceler bize dair
Sen unutulmamış hikâye
Ben anlaşılmamış şair.