1960’lı yılların sonlarına doğru sanayileşme ile birlikte köylerde işsizlik çoğaldı. Şehirler yeni cazibe merkezi ve geçim kapıları olmaya başlamıştı. Ekonomik nedenlerin yanında, eğitim, sosyal nedenler, nüfusun çoğalması, hayatın değişmesi şehirlere göçleri yoğunlaştırmıştı. Şehre yakın köylerde oturanlar ile aşiretler şehrin varoşlarında aynı mahalleye göç ederek kendilerini güvende hissedip, geleneklerine göre yaşamlarını sürdürüyor, gelecek olan baskılara karşı da güç birliği oluşturuyor, aynı zamanda siyasi bir güç oluyorlardı. Elektrik, su, yol gibi şehrin bazı avantajlarından faydalansalar da, genelde köy hayatları devam ediyordu. Şehrin eğitim avantajında faydalanan aileler daha hızlı entegre olabiliyordu, Ekonomik olarak güçlü gelenler ise esnaflık yapıyor, şehirdeki ekonomik paydan faydalanıyordu. Ailesi yurt dışında çalışanlar maddi olarak diğer ailelere göre daha avantajlı guruptu. Yakın köylüler ve aşiretler, düğün-cenaze gibi sosyal olaylarda kısa sürede irtibat kurup birbirlerine yardımcı oluyor, acı ve tatlı tatlı günleri birlikte yaşıyorlardı.

Mustafa Çavuş 1965 yılında şehre ilk göç edenlerdendi, babası köyde kavak yetiştirirdi, kendisi de kerestecilik yapmaya başladı, kısa sürede ticari hayatta başarılı oldu. Şehrin esnafı ve bürokratları ile hukuku vardı, aşirette sorunu olanlar Mustafa Çavuşu kurtarıcı olarak görürdü. Mustafa çavuş da şehre göçtüğünde varoşlara yerleşmiş, aşiretten göçenler de onun etrafında kümelenmişti, bütün sorunları ile ilgileniyor, sayesinde aşiret mahallesi oluşmuştu.

Mustafa Çavuş’un oğlu Mehmet’in düğünü vardı, mahallenin hepsi düğünü bekliyor, ne yapabiliriz telaşı vardı, katkı vermek istiyorlardı, hazırlıklar bir ay önceden başladı, 100 kadar tavuk, büyük bir tosun aldı. Bakkalda ve manavda aldıkları düğün malzemeleri istiflendi, mahallenin kadınları da köfte yoğurdu, börek, baklava yaptılar, tavuklar ve inek kesildi, kavurma yapıldı, tavuklar haşlandı, bamya, sulu köfte, et kavurma, yoğurt çorbası, ana menüydü, hazırlıklar elbirliği ile tamamlanmıştı.

Babam Almanya’da işçi olarak çalışıyor. Bu yaz izine gelemedi, ilkokulu bitirdim, ortaokula kayıt yaptırdık. Annem Sümerbank’tan takım elbise, gömlek, kravat ve iskarpin aldı. Elbisemi giymek için okulun açılmasını bekliyordum. Düğün kâhyası Davut abi, aynı yaşlardaki beş arkadaşımla birlikte düğünde kendisine yardımcı olmamızı istedi. Annemin gönlü razı olmamasına rağmen takım elbisemi ve iskarpinimi giydim, kravatımı taktım, damat gibiydim; ayrı bir havayla düğüne gittim.

Önce, düğünde yardımcı olacaklara yemek verdiler, karnımızı doyurduk, düğün başladı, davetliler oluk oluk geliyor, düğün kâhyası, gelen misafirleri yönlendiriyor, yemekler ikram ediliyor, arkadaşlarımla masalara sürahiler ile su taşıyor, boş tabakları topluyorduk. Aşiret, çarşı esnafı ve memurlar kalabalık guruplar halinde geliyor, Mustafa Çavuş gururlu gururlu misafirleri ile ilgileniyordu. Akşam yeni masalar kuruldu. İlerleyen saatlerde kayınlar geldi, onlara üç masa kuruldu, bol döküm yeniliyor içiliyordu. Ağırlıklı olarak kayınlara hizmet ediliyor, kayınlar geç saatlerde tam kalkıyorlardı ki, düğünün kâhyası “baklava ikram edilecek” dedi, büyük tepsiler dolusu baklavalar masalara servis edildi.

Tepsilerdeki baklavaları tutuyordum, dayanamadım; bir dilim baklavayı ağzıma attım, çok hoşuma gitti, kayınlar, tatlılarını da yiyip kalktılar, vedalaşıp giderlerken tepsilerde biraz baklava kalmıştı, sağa baktım, sola baktım, iki dilim daha ağzıma attım, o anda daha fazla yemem mümkün değildi, yedi, sekiz dilim baklavayı da ceketimin ceplerine doldurdum, ceketimi kenara koydum.

İş bitmişti, ceketimi aldım, evin yolunu tuttum, eve gidene kadar baklavaları bitirdim, rahatlamıştım. Ceketimin cepleri şire olmuş, evin önündeki muslukta ceketimin ceplerini yıkadım, berbat durumdaydı, evdeki duvara astım, yattım.

Annem sabah ceketin durumunu görmüş; bir hışımla beni kaldırdı, “ne oldu?” diye sordu, durumu anlattım, çok kızdı, “sana giyme demiştim, ceketi yıkarım çıkmazsa vay haline” dedi. Anam ceketin tamamını çiti ile yıkarken, ben tekrar düğüne gittim, gelini getirdiler, düğün bitti. Misafirlere son yemekler ikram edildi, Davut abi bizlere 20 şer lira verdi, eve geldim, ceket kurumuştu, lekeler çıkmıştı, “amcangilde ütülerim” dedi. Dayaktan kurtulmuştum. Biraz acısını yaşasam da baklava çok güzeldi, suçumu hafifletmek için de 15 lirayı da anneme verdim.

Yıllar sonra düşünüyorum, baklavayı ceketinin cebinde saklayan başka biri var mı? Köyden şehre göçsek de, ortaokula kayıt yaptırsak da, içimde geldiği gibi mi yaptım, yoksa bendeki şehirleşme ağır mı ilerlemiş bilmiyorum, iyi ki yapmışım, geçmişte yaşadığım bugün güldüğüm hikâyem var. Unutuyordum, o günden sonra düğünlerde hiç ceket giymedim. O ceketi iki yıl aralıksız giydim. Mustafa Çavuş’un düğün baklavasını annem yapmış, babam Almanya’dan izinli geldiğinde, bayramlarda defalarca baklava yaptıysa da, ceketimin cebinde saklayacak kadar iyi değildi. Aşiret de Mustafa Çavuşa görevini eksiksiz yaptı, yüceltti, gururlandırdı, yalnız bırakmadı. Mahallemize göç devam ediyor.

 

[Okuduğunuz yukarıdaki hikâye; hayatım boyunca bana rehberlik eden, kendisinden çok şey öğrendiğim, büyüğüm, abim Mahmut Yıldız’ın edebi ve mizahi hislerinin küçük bir kısmıdır.]