Mesaiye başlayalı birkaç saat olmuştu. Çiçek serasında çalışan kadınlar Gülce’nin söylediği türkü ile neşelenmişlerdi. Kimi Gülce’ye eşlik ediyor, kimisi ise sadece dinlemekle yetiniyordu. Kadınlar çoklu kasalarda dikili olan çiçek ve gül fidelerini tek tek ayırarak saksılara dikiyorlardı.

Siyah kumaş pantolon ve kısa kollu, beyaz gömlek giymiş orta yaşlardaki patron, arada bir geliyor, çalışanlara talimat vererek gidiyordu. Yeni boyanmış, siyah deri ayakkabılarını kirletmemeye çalışarak seranın içinde bir tur attı. Elindeki M..b.ra cigarasından bir nefes çekerek yapılan işlere baktı. Çalan telefonuna “Tamam tamam, oldu.” şeklinde cevap verdi. Sonra da işçi kadınlara doğru yaklaşarak “Birazdan M. Parka çiçek dikmeye gideceğiz, ona göre, hazırlanın.” dedi. Kadınların suratı asılmıştı. Gülce’nin türküsü kesilmişti. Seranın sıcağı yetmezmiş gibi bir de öğlenin yakıcı sıcağında parka çiçek dikmeye gideceklerdi.

“Akşam üzeri gitseydik bari.”

“Yarın sabah, serinde gitsek.” Şeklinde öneriler oldu ama bu konuşmaları patron duymadı bile. Gelen pikabın kasasına kadınlar önce çiçek saksılarını yüklediler sonra da kendileri balık istifi gibi bindiler. Bir saatlik bir yolculuğun ardından M. Parka geldiler. Patron önce parkı bir gezdi. Çiçek dikilecek yeri inceledi. Sonra da kadınlara tarif etti.

“Şu ön tarafa sarıçiçekleri dikin! Kafenin yanlarına da pembe, beyaz gülleri dikin! Hem kafenin dış konseptine de uygun olur.” Kadınlardan onay alamayınca “Anlaşıldı mı?” diye sordu.

“Anlaşıldı patron, anlaşıldı.” dedi Gülce, gülümseyerek. “Sen merak etme, biz hallederiz.”

“Sizden güzel bir iş bekliyorum. Yüzümü kara çıkarmayın!” diyerek, çekip gitti.

İşçi kadınlar tepelerinde kendilerini takip eden ateş topuna aldırmadan işe koyuldular. Ayşe Abla ve Selma toprağı belliyor, Gülce ve Rabia Teyze fideleri dikiyordu. Hülya ve Ebru ise ayak işlerine bakıyordu. Çalışan kadınların bazıları güneşte kavrulmamak için başlarını, yüzlerini poşu ile sarmışlardı. Sırtlarında sarı işçi yelekleri vardı. Altlarında ise şalvar ya da ince kumaştan dikilmiş, bol paça pantolon.

Kafaları yerde hızlı hızlı çalışıyorlardı. Birkaç metre ötelerindeki kafeden nostaljik bir müzik sesi geliyordu. Lüks kafede oturmuş soğuk içeceklerini içerek sohbet edenler… Hesapsızca baba parası harcayan gençler… Nargile içerek kahkaha savuranlar… Gülenler, eğlenenler, kafenin etrafında sıcaktan terin suyun içinde kalmış çiçek diken kadınların farkında bile değillerdi. Kafenin bir köşesi süslenmiş, kahkahaları parkın dışından bile duyulan genç bir gurup da kutlama yapıyordu.

Rabia Teyze elindeki sarıçiçek fidesini toprağa yerleştirirken gözünün altından kafede gününü gün eden gençlere baktı. Aynı zamanda açık büfe restoran bölümü de olan kafede tabakların bir gidip biri geliyordu.

Çiçekleri dike dike kafenin dibine kadar gelmişlerdi. Kafenin şemsiyelerle kapatılmış bahçesinin kenarına dikiyorlardı şimdi gülleri.

Hülya:

“Karnım acıktı galiba.” dedi “Burnuma mis gibi bir kızartma kokusu geldi.”

Ayşe Abla, yan masadaki börek ve patates kızartmasının olduğu servis tabağına bakmadan. “Acıktın mı kızım? Çok canın istediyse akşam bize gel, ben sana yaparım.”

“Yok Ayşe Ablam, ellerin dert görmesin. Akşama yemek yok, eve gidine ben de yaparım. Hem çocuklar yer hem de ben.”

“Gülce kızım, senin okulu bitirmene kaç sene kaldı?” diye sordu Rabia Teyze.

“Son senem Rabia Teyzem, bitiyor inşallah.”

“Maşallah benim güzel kızıma.”

“Bu sene dersim az, hem okuyacağım, hem de bir şirkette çalışacağım.”

“Aferin benim çalışkan kızıma… Yolun da bahtın da açık olsun inşallah.”

Gülce, beyaz gül fidesini çukura yerleştirdi. Şimdi etrafını toprakla dolduruyordu.

“Gülce, bize bir türkü söylesen.” dedi Hülya, alnından akan boncuk boncuk terleri penye bluzunun koluna silerek. Gülce, arkasında kahve içip, sohbet eden insanlara baktı.

“Olmaz şimdi Hülya, yeri değil. Hem müzik sesi geliyor.” (DEVAMI VAR)