Dedem rahmetli, eski, kerpiç evinde, çul minderin üzerinde otururken arada sırada 'Biz çok zenginiz torunum, çoook...' diye hayıflanırdı. Parlak tütün tabakasını açar; kürek, bel sallamaktan nasırlaşmış elleri ile bir tütün sarardı. Tütününü içerken de uzaklara, dağlara, taşlara bakarak konuşmasını sürdürürdü. 'Bakma sen, bizim bu halimize... Aslında bizim ne zenginliklerimiz var! Ah bir bilseniz! Bu dağların, taşların altı, altın kaynıyor, altın!.." Bunları konuşurken de sanki cepleri çil çil altın dolmuş gibi sevinirdi. Sigarasını tüttürürken, bankada hesabı bile olmayan, ırgatlıkla kıt kanaat geçinen yaşlı adam, gömü bulmuş gibi mutlu olurdu.

                Günlerdir Erzincan'da yaşanan felaketin görüntülerini izliyoruz. Üzülüyoruz. Bu arada, heyelan altında kalan emekçi kardeşlerimiz inşallah kurtarılır. Ailelerine sabırlar diliyorum.

                Konu altın, altın madeni olunca insan merak ediyor. Ülkemizde hangi madenlerin çıkarıldığını merak ettim. Aslında Coğrafya dersinde öğrenmiştim. Tüm sınavlarda da mutlaka yeraltı zenginliklerimiz üzerine birkaç soru sorulur. Ama öğrenilen bilgiler güncel hayatımıza etki etmeyince çabucak unutuluyor. Artık bilgiye ulaşmak çok kolay, açtım interneti bir baktım. Eski bilgilerimi hatırladım.

                Ülkemin zenginliklerini... Zenginliğimi hatırladım! Ülkemizde altın, bakır, bor, boksit, demir, krom, kükürt, manganez... gibi madenler çıkarılıyormuş. Zengin bir ülkeyiz biz, hem de çok zengin. Üstelik bu madenler gramlarla falan değil, tonlarla... Tonlarca çıkarılıyormuş. Yani dedemin dediği kadar varmış. Biz çok zenginmişiz.

                Televizyonda siyanür siyanür deyip duruyorlar. Bir de şu siyanüre bakayım, dedim. Neymiş bu ünlü element! Aayy! Bakmaz olaydım! Ne zehirli bir şeymiş! Toprağın içindeki altını alabilmek için toprağı zehirliyorlarmış. Binlerce ton toprak siyanürlü su ile yıkanıyormuş. Bu şekilde altını çıkarıyorlarmış. Altınımı alabilmek için toprağımı zehirliyormuşum. Sonra benim zehirlediğim toprağın içinde kalan zehirin gitmesi için, toprağın kendini yenilemesi için, iyileşmesi için yıllar yıllar geçmesi gerekiyormuş. Zehirli toprakta tarım yapılmıyormuş. Hiçbir canlı yaşamıyormuş, ölüyormuş. Ben toprağın altındaki zenginliği elde edeyim derken, toprağımı, toprağın üstündeki zenginliklerimi öldürüyormuşum. Kârda mıyım, zarar da mıyım, bilemedim!

                Erzincan'daki bu olayın yaşandığı bölgenin fay hattı üzerinde olduğundan bahsediliyor bir de. Neresinden tutsak elimizde kalıyor. Ama bizim savunmamız hazır: “Doğal afet! Allah'tan geldi ne yapalım!”

                Aldırmayın! Birkaç güne bunu da unuturuz değil mi? Unuturuz... Ama çember daralıyor. Bizim başımıza, canımıza gelince ne olacak? İşte o zaman unutmayız.

                Neden biz bu felaketler gelmeden önce önlem alamıyoruz? Toprağımı zehirlemeden altın çıkarılamıyor mu? Ülkemiz beşik gibi sallanırken siyanür havuzlarının başına bir şey gelirse ne olacak? Şu tabiatın dilini bir türlü öğrenemedik. Yağmur da yağacak, kar da yağacak, deprem de olacak. Biz bunlara engel olamayız. Bizim yapmamız gereken tedbir almak, tedbir! Biz neden tedbirimizi almıyoruz?

                Boyası solmuş, beton sıvası dökülmüş evimdeyim. Penceremden dağları görmeye çalışıyorum. Tıpkı dedem gibi... Dağlara bakıp sevineceğim. 'Bakmayın siz benim böyle züğürt görünmeme... Kasaptan üç kilo bonfile alamamama... Meyveyi, sebzeyi birer ikişer kilo almama... Yırtık papuçlarıma, yamalı donuma, eskimiş parkeme bakmayın... Ben aslında çok zenginim, çoook... Benim ne altın madenlerim var ah bir bilseniz! Zehrini benim çektiğim, saltanatını ise başkalarının sürdüğü maden yataklarım var benim.' diyeceğim. Ama beton yığınlarından ne dağları görebiliyorum ne de ormanları, yeşillikleri...

                Ya toprak ol

                Ya da su

                Sakın ateş olma