Parklar, tembellerin doğal mekânıdır.

Belediyemiz güzel bir park daha yaptı.

Belli ki tembeller, bu yeni parkı çok sevdiler.

Günün her saatinde kadın-erkek, çoluk-çocuk bu parkta mutlu bir şekilde oturuyorlar.

Cacabey Parkı’nın artık pabucu dama atıldı.

Moda, yeni Park.

Oysa Cacabey Parkı, daha ferah, daha açık ana nedense insanlarımız yeni Parkı tercih ediyorlar.

İşin garibi park sakinleri arasına kadınlarımız, gençlerimiz de dâhil oldu.

İnsanımızın parkta böyle tembel tembel oturduğunu görünce insanın aklına doğal olarak tembellik bir hak mıdır sorucu geliyor.

Tembellik, insanın doğasında var.

İnsanca bir zayıflıktır.

Pek çok zaaflarımızdan sadece biridir.

Doğanın parçası olan diğer canlılarda var olan bir özellik, insanda da bulunuyor.

Tembel tavuk, tembel ağustos böceği, tembel teneke, tembel göz…

Tembellik tüm doğada, çevremizde hatta içimizdedir.

Her an kendini gösterir.

Bir de bakarsın ki tembelliğimiz tutmuş.

Canımız iş yapmak istemez, elimiz kolumuz kalkmaz, ayaklarımız hareket etmez, miskinleşiveririz, canımız yatmak ister. Hani tembele kapıyı ört demişler de rüzgâr eser örter, demiş.

İnsanın bu yönünü ilk sanatçılar fark etmiş. Fransız yazar La Fontain olmuş. Ünlü masalı Ağustos Böceği ile Karınca’da bu yanımızı ölümsüzleştirmiş.                      

Masalda anlatıldığına göre, bütün yaz ağustos böceği gölgede sırt üstü yatmış, şarkı söylemiş, gününü sevk ve sefa içerisinde geçirmiş, karıca garibim de yakıcı sıcakta sürekli çalışmış, didinmiş, kış için yiyecek toplamış.

Nihayet kış gelmiş. Doğada yiyecekler bittiği için her tarafı kar kaplamış, bizim zevkine düşkün ağustos böceği de aç kalmış.                                                

N’apsın! Sonunda aç biilaç karıncanın kapısını çalmış.

Karınca, iyidir, hoştur, çalışkandır ama eli de sıkıdır, canını verir fakat malını vermez.

Ağustos böceği:

— Aman kardeş, halim fena, çok açım. Bir şeyler ver de karnımı doyurayım.

Karınca karalı bir şekilde:

— Bütün yaz ben çalışırken sen sırt üstü yatıp, şarkı söyledin. Şimdi de biraz oyna bakalım, der kapıyı ağustos böceğinin suratına kapatır.

Her masalda olduğu gibi çalışkan ödülünü alır, tembel cezalandırılır.

La Fontain’den sonra tembelliği ölümsüzleştiren Klasik Rus yazarı İvan Gonçarov’dur. Gonçarov, “Oblomov” isimli eserinde çarpıcı bir şekilde anlatır. 1858 yılında yayınlanan bu eser, adeta tembelliğin simgesi olmuştur. Bu eserden sonra tüm tembellere Oblomov denilmiştir.

Romanımızın kahramanı Oblomov, babasından kalma büyük bir çiftlikte hiç iş yapmadan rahat bir şekilde yaşar. Onun sabah yataktan kalkması, giyinmesi saatler sürer. Altı ay odasından çıkmadığı için hizmetçisi odasını temizleyemez.                  

Oblomov, üşengeçtir, alabildiğine tembeldir, onun çoraplarını giymesi adeta bir işkencedir.                                                                                                             Yatak, tembeller için en güzel mekândır.

İnsan, en tatlı tembelliğini yatakta yapar. Hayallerin kurulduğu sıcak yataklar, adeta insanın tembellik yapması için yaratılmıştır. Bu tembelliği herkes kendi özelinde yaşamıştır.

Öğrencilik yıllarımızda sabahları annelerimiz kahvaltıyı hazırlar, bizi çağırır ama yataktan bir türlü kalkmayız. Yatak sıcak, uyku tatlıdır. Tatlı uyku, sıcak yatak nasıl sevilmez, onun içinden kalk, okula git, işe git. Olacak şey mi?

İvan Gonçarov işte Oblomov isimli eserinde bu duygularımızı ölümsüzleştirmiştir.

Oblomov, çevresinde olup biten her şeye karşı ilgisizdir. Neyi yapıp, neyi yapmayacağına bir türlü karar veremez.

Alabildiğine üşengeçtir.

Kendi kendine “Güzel bir şey olsa ne güzel olur” der.

Fakat bu şeyin nasıl güzel olacağını bilemez.

Elbette hayatında hiçbir şey yapmayan bir insan, güzel bir şeyi nasıl bilir. Bir şey yapan insan, yaptığı güzelliği seyreder, onunla mutlu olur. Tembeller, hiçbir şey yapmadığı için güzelin ne olduğunu da bilmez.

Oblomov’un tüm tembeller gibi tek şey yaptığı hayal kurmak, şikâyet etmektir.

Tembellerin doğasında şikâyet vardır. Hep birilerini şikâyet ederler. Çalışmama nedeni de kendileri değil başkalarıdır. Başarısızlık, tembellik nedenleri hep birileridir.

Tembel bir öğrenciyi dinleyin.

Başarısızlığının nedeni hep başkalarıdır.

Öğretmeni, annesi, babası, okulu başarısızlığın sebepleridir. Bazıları da tembelliğin bir hak olduğunu savunuyorlar. Hatta bunlar, üşenmemiş nasıl olmuşsa tembelliğin anayasasını bile hazırlamış.

Şaka değil, inanın gerçek.

Tembelliğin Anayasası’nın ilk on maddesi de şunlarmış;

Madde 1 –  İnsanlar, yorgun doğar, dinlenmek için yaşar.

Madde 2 –  Çalışmak, insanı yorar.

Madde 3 –  Gündüz dinlen ki gece rahat uyuyasın.

Madde 4 –  Yatağını kendini sevdiğin gibi sev.

Madde 5 –   Yarın yapabileceğin işi asla bugün yapma.

Madde 6 –   Bugünün işini erteleyebileceğin kadar ertele.

Madde 7 –   Dinlenen birini görünce otur sen de dinlen.

Madde 8 –   Oturman mümkünse, sakın ayakta durma.

Madde 9 –  Tembellik yapmaktan kimse ölmemiş.

Madde 10 – Çalışma isteği duyunca bir yere otur, bu isteğin geçmesini bekle.

Gördünüz mü tembelliğin anayasasını?

Kendilerine göre, hep bir gerekçeleri var.

Tembelliğin bir hak olduğunu söylemek, anayasa hazırlamak bir şeyi değiştirmiyor. Ne söylerlerse söylesinler, tembellik bir hastalıktır.                                                               Ne ahlakidir ne de insanidir.                                                                                         Bu durumu gösteren bir hikâye vardır. Bu hikâye, tembelliğin nasıl olumsuz bir şey olduğunun kanıtıdır.

Ünlü çapkın Don Juan, öldüğünde kendisini öbür dünyada melekler karşılar. Hayalini kurduğu güzelliklerle dolu imkânlar sunar. Yiyecekler, giyecekler, eğlenceler, zevklerin her türlüsü ona sunulur.

Don Juan, gönlünce her şeyi doya doya yaşar.

Sonunda “Tüm istediklerimi yaşadım. Şimdi bana uğraşabileceğim bir iş verin” der. Melekler şaşkın bir şekilde, “Efendim, burada yapılacak iş yok” derler.

Don Juan, hayretler içinde “Ne yani tüm zamanımı hep böyle sıkıcı işlerle mi geçireceğim?” der.

Görüldüğü gibi tembellik, ne derlerse desinler, aslında mutsuzluktur.

Çalışmanın verdiği şey ise mutluluktur.  

Tıpkı Mimar Sinan’ın yaptığı gibi insanın yaptığı eserleri seyretmesi muhteşem bir duygudur.