Türk Milletinin son büyük imparatorluğu zayıf düşmüş, Batının kışkırtmalarıyla patlak veren ayrılıkçı isyanlarla boğuşurken bir yandan da parçalanmaya durdurabilecek fikirler arıyordu. Ancak devlet adamları ve aydınlar ne Osmanlıcılık üst kimliği ile gayrimüslimlerin, ne de İslamcılık ile Müslümanların devletten kopmalarına mani olamıyor, kanlı bir isyan ateşi devleti dört bir yandan sarıyor, yıkıyordu. Yunan, Sırp, Bulgar kim varsa milliyetçi bir dalga ile Osmanlıya saldırıyordu. İşte bu noktada Türkçü fikir akımı Osmanlı Devletinin dağılma sürecinde ayrılıkçı etnik milliyetçiliğe bir tür tepki olarak doğmuştur. Osmanlı Devletinde bir kısım aydın panoramayı çok net görüyordu. Zira kurgu fikir akımlar icat etmekle bir şey elde edilemeyeceği, devletin öz nüvesi ve kurucu unsuru olan ve yüzyıllarca ihmal edilip bir kenara itilmiş Türklüklerine sahip çıkmanın hayati gerekliliğini görmüşlerdi. Böylece Osmanlının son dönemlerinde atılan bu Türkçülük tohumları, imparatorluk parçalandıktan sonra, Türk’ün son yurdu Anadolu dahi işgal edilip Türkler var olma mücadelesi verirken işe yarayacak, başta Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere Osmanlının son döneminde yetişmiş Türkçü ve Milliyetçi kadrolar milleti ve vatanı kurtaracak, Türklük şuur ve bilince ile yeni Türkiye Cumhuriyetini kuracaklardı. Osmanlının son dönemindeki fikir akımlarından Osmanlıcılık, İslamcılık, Batıcılık işe yaramamış, lakin Türkçülük fikir akımı sayesinde yetişmiş aydın ve asker kadrolar Türkleri yok olmaktan kurtarıp Anadolu’da yeni ve güçlü bir devlet kurmuşlardı.

Batıdaki bilimsel Türkoloji çalışmaları ise kültürel Türkçülük hareketleri ile Türkçülüğün yükselişini hızlandırmıştır. Osmanlı Devletinde Türkçülük hareketlerinin yükselişi öncelikle dil ve tarih gibi alanlardaki araştırmalar ile başlamıştır. Dil alanında başlatılan sadeleşme hareketi bunların ilk örneklerini teşkil eder. İbrahim Şınasi Tasvir-i Efkar ve Tercüman-ı Ahval gazetelerindeki yazılarında sade bir dil kullanarak, Ziya Paşa ise Hürriyet Gazetesinde yayınladığı “Şiir ve İnşa” makalesinde açıkça Türkçecilik yapmışlardır. Ahmet Vefik Paşa’nın Çağatayca’dan çevirdiği Ebul Gazi Bahadır Han’ın Eşal-i Şecere-i Türk-i eseri ve kendi yayınladığı Lehçe-i Osmani ile Türk dilinin Orta Asya’ya uzanan köklerinden bahsederek bu hareketi bir adım ileri taşımıştır. Türkoloji çalışmaları kapsamında Orhun Yazıtlarını çözen Radloff ve WilhellmThompson batının kötü, barbar Hunlar imajını silmek yönündeki gayretlerinden ötürü Türkçülerin sevgisini kazanmışlardır. Batıdaki Hun ve Türk antipatisinin İran ve Çin kaynaklarına dayandığını düşünmekteydiler. Türkçülüğün uyanmaya başladığı bu ilk dönemlerde daha ziyade ilmi çalışmalar yapılmıştır. Başlangıçta Türkçenin sadeleştirilmesi çabaları milliyetçi bir anlam taşımıyor, dili daha etkin bir haberleşme vasıtası haline getirmeyi amaçlıyordu. Ancak tüm bu çabalar zamanla cahil, kaba ve göçebe anlamında horlayıcı üslupla kullanılan Türk kelimesinin geçmişte gurur duyulacak devletler kurmuş, şanlı bir tarihe sahip millet anlamını kazanmasında etkili olmuştur. Ali Suavi Türklerin İslam’a yaptıkları katkılardan bahsetmiştir. Ayrıca Ulüm Gazetesinde yayınladığı “Lisan-ı Hattı Türki” adlı yazısında dilde sadeleşme hareketlerini savunmuştur. Ali Suavi, Türkleri hem Osmanlı Devletinin kurucusu hem de Orta Asya halklarını kapsayan bir ırk olarak ele almıştır.

Osmanlı ve İslam tarihinden esinlenerek yazdığı yazılarıyla Namık Kemal, toplumda vatan ve hürriyet bilincini uyandırmış ve yeni kuşaklara aktarmıştır. Osmanlıcılık fikriyatının bir savunucusu olmasına rağmen Namık Kemal’in eserlerinde vatan, millet ve Türkistan kavramları dikkat çekmektedir. Namık Kemal eserlerinde Türk kelimesini Müslüman ile eş anlamlı kullanmıştır. Buradan da anlaşılacağı üzere Namık Kemal’in millet anlayışı ümmet ile eşdeğerdir. Sultan Abdülaziz ve Sultan Abdülhamit dönemlerinde İstanbul’da Encümen-i Daniş ve bunun yanında bir Darülfünun ve askeri okullar kurulmuştur. Tüm bunlar çeşitli fikir akımlarının oluşması için gerekli ortamı meydana getirmişlerdir. II. Abdülhamit döneminde Osmanlıcılık ve İslamcılık fikirleri revaçta olmasına karşın Türkçü fikirler aydınlar arasında yayılmaya devam etmiştir. Öyle ki artık dil bir kimlik aracı olarak görülmeye ve Türk tarihinin kendi tarihleri olduğunun bilincine varmışlardır. Orta Asyalıları din ve milliyet bakımından kardeş olarak niteleyen Mehmet Atıf’ın Kaşgar Tarihi, Osmanlıların Türk soyundan geldiğini belirten Ahmet Mithat Efendinin Mufassal Tarih-i Kurun-u Cedide adlı eseri ve bunun yanında Mizancı Murat’ın 1886’da çıkardığı gazetede Türklük bilinci ve milli kültürün korunması ile ilgili yazıları bu geleneği devam ettirmiştir.

19. yüzyılın ikinci yarısına kadar Osmanlıda Türk kelimesi bir kimlik göstergesi değildi. Türk, Türkçe konuşan Müslümanları nitelemekteydi. Hatta Türk kelimesi Osmanlı yönetici sınıfı için bir takım olumsuz çağrışımlar yapmaktaydı. Osmanlıcılık ve İslamcılık fikirlerinin ön planda olduğu II. Abdülhamit döneminde Türk ırkı ve dili gurur duyulacak bir kavram olarak yeşermeye başlamıştır. Türkler geniş bir kültürel mirasa sahip olduklarını görmüşler ve aydınlar arasında başlayan bu fikirler kitlelere yayılmaya başlamıştır. Osmanlı dışındaki Türkler millettaş olarak görülmeye başlanmış ve tüm bunlar Türk Birliği fikirlerinin oluşmasını sağlamıştır. Ayrıca Anadolu için Türk vatanı kavramı kullanılmış ve böylece Türk kavramında ve Türk dilinde köklü bir değişikliğin, bir fikriyatın oluşması için gerekli ortam oluşmuştur. II. Abdülhamit kendisine sadık bir idare oluşturmak amacıyla yakın takibe aldığı harbiye, mülkiye ve tıbbiye gibi okullar, kendisine muhalefetin ve Türkçülüğün yeşermeye başladığı yerler olmuştur.

İslamiyet öncesi Türk tarihiyle ilgili çalışmalara baktığımızda Süleyman Hüsnü Paşa’nın “Tarih-i Alem” isimli eseri dikkat çekmektedir. 1876 yılında yayınlanan bu eser İslam öncesi Türk tarihçiliğinde İslamiyet öncesi Türklerle ilgili ilk çalışmadır. Bunun yanında Süleyman Hüsnü Paşa askeri okulların ders programına milli tarihi yerleştirerek bu konuda eğitim alanında öncülük etmiştir. Süleyman Paşa Türkçülüğü askeri okullara sokmaya çalışmıştır. Avrupa’da kaleme alınan tarih kitaplarının Türk milleti aleyhine iftiralarla dolu olduğunu ileri süren Süleyman Paşa bu alandaki boşluğu doldurmak amacıyla tarih üzerine çalışmalar yapmıştır. Hunların Türklerin ataları olduğunu, Oğuz Han’ın Mete Han olduğunu ileri süren ilk kişi Süleyman Paşa’dır. Süleyman Paşa Osmanlıca, Osmanlı edebiyatı ya da Osmanlı milleti kavramlarına da karşı çıkmıştır. Ona göre milletimiz Türk milleti dilimiz ise Türk dilidir. Osmanlı tarihi ise yalnızca Osmanlı Devletinin tarihidir. Süleyman Paşa Harbiye’de Osmanlıcılık fikriyatının hâkimiyetini kırarak Türkçülüğü ön plana çıkarmıştır. Mustafa Celaleddin Paşa 1869’da kaleme aldığı “LesTuresAnciens et Modernes” adlı çalışmasında takip ettiği söylemi Süleyman Paşa 1876’da yayınladığı Tarih-i Âlem’inde devam ettirmiştir. Süleyman Paşa II. Abdülhamit’in yasakladığı bu kitabında İslam öncesi Türklerin yaşantılarını övmüştür.

Tüm yasaklamalara rağmen II. Abdülhamit dönemi Türkçülüğün şekillendiği ve genişlediği bir dönem olmuştur. Gelişmekte olan Türkçülüğe Yusuf Akçura’nın katkıları da büyüktür. Yusuf Akçura’ya göre dünya üzerindeki en güçlü fikir akımları din ve milliyet kaynaklı olanlardır. Milliyetçi fikir ve akımlar 19. yüzyıldan itibaren yaygınlaşmaya başlamıştır. Akçura’ya göre Türkçülüğün başarılı olabilmesi için maddi bir temele oturtulması gerekmektedir zira maddi ihtiyaçlar insan hayatında büyük rol oynamaktadır. Akçura’ya göre milliyet bir arzudan değil kandan ve nesilden gelir. Türkçülük isimli eserinde Akçura “Ben Müslüman ve Türküm” diyerek Türkçülüğün maddi ve manevi temellerini ortaya koymuştur. Akçura dil konusunda tüm Arapça ve Farsça kelimelerin atılması ve yerlerine diğer Türk lehçelerinden kelimelerin yerleştirilmesi gerektiğini söylemiştir.  (Devam edecek)