Sürekli bir göç halini yaşayan insanlık yersizlikten gelip yersizliğe gider. Daha güvenli limanlar, korunaklar, sığınaklar aramakla geçmiştir insanlığın göç kervanı, göç yolculuğu, göç serüveni…

Umutsuzluklarıyla birlikte geçmişini geride bırakırken, geleceğin bilinmezine zorunlu olarak yol alır. O gelecekte yersizliğin yerini yurt alır mı, bilinmez ki! Sürekli bir çatışma, dehşet, vahşet halini yaşayan ve kan göllerine alıştırılan insanlık acılarıyla birlikte sonsuz yolculuğuna çıkarken geride kalanlarına yarım kalan yolculuğunu emanet olarak bırakırken, muktedirlerinin hamasetleriyle oyalanır, durur. Aslında muktedir de bu yersizlikten payına düşeni farkında olmadan alır. Birbirlerini boğazlatmaktan aldıkları zevki tatmaya zaman bulamadan elinden kayıp gider gücü, otoritesi, o ulaşılmaz sanılan iktidar olma hali…

Göç bir sürgündür, bir arayıştır, bir zorunluluktur. Varlığını ve var olma halini sürdürme mecburiyetidir korumasız, savunmasız mazlumlar için… Çoğunluğu yollarda yitip gider, yeni bir yere ulaşma, kavuşma hayalini gerçekleştirmeye fırsat bulamadan… Her yağma, her talan muktedir için gücün gösterisine, korkunun egemenliğine dönüşürken, mazlumun pamuk ipliğine bağlı yaşamının sonunu hızlandırır. Çekirge sürüleri misali yaşamı zindana çeviren muktedirin ölüm avcıları hiçbir acıma hissi duymadan öldürmenin zevkini yüceltirken o göç yolculuğunda bir sonraki kurbanın kendisi olacağının bilinmezliğiyle sadece yok eder. Saldırganın yok etme güdüsüyle talan ve yağma olağanlaşırken yaratılan bütün değerler ve eserler korumasızlığın yalnızlığıyla boynu bükük boyun eğer sessizce bu katliamlara…

Bu yolculuğunda inançlarının egemenliğini sürdürmek isteyen muktedir “kutsallıklarla” ördüğü söylevlerini kanla şekillendirir. Oysaki inanışlar her zaman doğanın kanunlarına aykırıdırlar. Bu nedenle geçmişte yaşandığı iddia edilen tufanların, felaketlerin ve benzeri olayların inanışların efsaneler ötesinde bir anlamı, değeri ve gerçekliği söz konusu değildir. Tufan ve benzeri felaketlerin özellikle Gılgamış destanında anlatılması dışında eski orta Asya Türk efsanelerinde, Hint efsanelerinde ve Atlantis ötesi Mu öykülerinde de karşımıza çıkar. Göç yolculuğu bazen bu efsanelerin izini sürmeye, arayışlara yönelir, bazen de o efsaneleri yok etmeye…

Doğudan yükselen güneş; aydınlığın, bereketin ilk ışıklarını sunarken doğayı zenginleştirmeyi, insanlığı huzura erdirmeyi amaçlar. Ancak insanlık o aydınlığı karartmak, bereketi tüketmek konusunda mahirdir. Benliğine işleyen ihtiras ve tutkularının esaretine yenik düşer. Bu yenik, ezik haliyle batıya sürükler, sürgün eder bahtsız, kimsesiz, takati kesilen insanları, insanlığı… Her uğrak yerine kötülüklerini taşımakta hiçbir sakınca görmeden, geçici konaklarda kirlenen ruhlarını arındırmaya çalışırlar. Ruhlarını temizlemeye fırsat bulamadan kirlettikleri yerleri kaderlerine terk edip giderler.

Ne çok talan edildi doğa, yaşam. Her haykırış döndü sağır kulaklardan. Ancak şu gerçek bütün çıplaklığıyla insanlığa emanet olarak akacaktır; iklimlerin sultanları bilgelerin sultanları karşısında secde edeceklerdir, etmişlerdir. Göç yolculuğuna damga vuran, iz bırakan bilgelerin çileli yaşamları da olsa ufukları, düşünceleri olmuştur. Öyle olmasaydı bu kadar karanlık ve kötülüğün içerisinde nasıl aydınlığa ulaşır ve yaşamı sürdürebilirdik ki! Ölüm sonrasında elimizde kalanı tutan tek şeyin aşk bilimi olduğu gerçeğine ulaştığımızda göç yolculuğu barışa, huzura ve kardeşliğe ulaşacaktır.