Yaşam, büyük bir hızla koşuyor bir bilinmeyene doğru.
Utanarak, hıçkırıklar ve kan ter içinde, yıkılarak kıyısına dünyanın.
Yalanların, talanların ve savaşların coğrafyasında, ne çok kanıyor yaşamın çocukları, mayın tarlasından geçer gibi yılgın ömürleri, ömürleri keder kokan pankartlar asarak duvarlarına hayatın.
Hangi cehennem sınar bir ömrü, açlıklar, acılar, gözyaşları, cinayetler, can çekişlerin eşliğinde. Göz bebeklerimize çakılan çocuk ölümleri, ana çırpınışları, baba çaresizliği, sevda ve aşk işkenceleri izi oluyor insanlığımızın, buruşmuş yüreklerimizin fotoğrafı 2 M2’lik hücrelere hapsedilmiş ruhlarımızın trajedisi oluyor, yılgın düşüyoruz.
Direnmeyi unuttuk bütün değerler uğruna.
Sevgi uğruna, aşk uğruna, aydınlık uğruna, insanca yaşamak uğruna.
Nerede pes etsek, orada vurulup kalıyoruz, kimsesiz kuytularımızda kimsesizliğimize ağlayarak.
İnsan olabilmenin, insan kalabilmenin mücadelesizliği ile esir düşürmüşüz, kapitalizmin görkemli dünyasına karşı. Kredi kartlarını yalayarak geçiyoruz bir nehrin önünden, bir nehrin aynı senfonide tükenip gidişimizi bağıran uğultularını duymadan.
Hayatın ışıklarını teknolojinin sanal oynaşılarıyla karşılıyoruz. Bütün insanlığımızı makyajlanmış kadrajlarda, ruhtan, duygudan, direnmekten uzak bir zavallılıkla ifşa ediyoruz. Aşkı, sevgiyi, bütünlüğü ifşa etmenin cesaretini gösteremeden.
Orta çağda yaratılan Belçika'nın maskotu Manneken Pis heykeli, tutup tebessümle şeyiyle yaşamın kirli yüzüne işerken, o gün hiç haksız değildi. Hayatın alçalışına, yok oluşuna, acımasızlığına karşı. Hiç haksız değildi Manneken, bu hayat tüm kasırgalara rağmen insanca yaşamaya değeceği o akıllarda kalan eylemiyle.
Emir veren, emreden ilişkiler kümesinde ne çok tutsağız. Zincirleyerek insanlığımızı gözlerimizin önünde bir yerlere. Aptal bir maymunun temsil eder gibi keyif zıplayışları içinde. Aydınlığa, aşka, huzura kapıları açmak yerine, büyük bir gürültü ile kapatarak, gövdesi tıpkı kalbimiz gibi parçalanmış kapıları.
Sonra, günahlar çukuru içinde Tanrı'ya koşuyoruz. Kehanetlerin bağışlayıcılığına. Kirpiklerimize takılan hayatı cehennemler içinde bırakarak. Henüz resmi dahi çizilmemiş cennetlerin peşine düşüyoruz. Sırtımıza yüklenen bu ruhani trajediyle, kederlenmeyi, acılar çekmeyi, açlığı kutsal sayıyor, yüreğimizi kırbaçlıyoruz. En büyük inancın yaşamaya, insanca yaşamaya olan tutkusunu unutarak.
Doğuda, okula giden kardeşlerin çadır bezinden yapılmış okul çantalarını vardiyalı değiştirmelerini, yakılmış köylerini, çatal vadilerde bir ömrü iz sürmelerini, kayalıklar üzerinde ana rahminden yaşama uzanmalarını, dayanmaya tükenmiş kar yoğuran çıplak ayaklarını, açlıklarını, susuzluklarını, ergenleşen ömürlerini; bir dağ köyünde düşen çığda, maden ocaklarında, orman yangınlarında, çoban kavalında bulurken cehennemi tanımaları mı bir ömrün en yaralısı, yoksa şaraba, yata, kata rehin verdiğimiz ömürler mi? Yaşamı zıtların savaşını sunarken bir felsefeyi de sunuyor ömrümüze.
Ne vakit birileri, yöneltip o mahkûm, o sınırlar çizilmiş ve o hiç evrensel olmayan;
- '' Nerelisin'' sorusunu belleğimize gömdüğünde esir düşüyor bir coğrafyanın, bir kentin adını heceliyoruz.
Oysa '' nerelisin '' sorusuna karşı, ne KEDERLİYİZ, HÜZÜNLÜYÜZ, bütün insani eksilmelerimizle YOKSUNLUYUZ.