Kapının girişinde asılı levhada; “İnsancıl olmayan buraya giremez.” yazısını okuduğumda derin düşüncelere daldım ve irkildim. İnsanın bu mertebeye ulaşacağı günleri, zamanları yaşayacağına olan inancım daha da berraklaşıp, yerleşmeye başladı. Ütopyalarıma olan inancım arttı. Herkes ve her şey çok kirli, belirsiz görünmekle birlikte görüntüye aldanmamak gerektiğine inanmaya başladım. Beni içine çeken, kendisine bağlayan ve cesaretlendiren şeyin insanın yüreğinden vicdanının tamamen yok olmadığı ve küçük kıvılcımlar halinde de olsa bir şeylerin olduğuna ilişkin inancımın küçük kırıntılar biçiminde de olsa sürmesidir.

İnsanın yarası derindir. Biz o derin yarayı göremeyiz veya bize göstermek istemez. Sessizce kendisiyle yaşarken de kanayan yarasının kabuk bağlaması için yoğun bir çaba, yoğun bir mücadele verir. Ancak her çaba, her mücadele yaranın kanamasını geçici olarak durdurmaktan başka bir şeye yaramaz. İnsancıl olmayan düşünceler, insancıl olmayan davranışlar yaranın iyileşmesini engeller. Her insancıl yaşama arzusu duvarlara çarpıp yankılanıp bize dönse de ondan uzaklaşmaya, hayal kırıklığı oluştursa da, umutsuzluklar yaratsa da “insancıl “ olma yolunda ilerlemeye çalışıyorum.

Yazım serüveninin sürekli bir yolculuğa dönüşmesinin bende bir takıntıya dönüştüğünü düşünmeniz istemem. Her yaşamın, her “insancıl” olma çabasının yolculuğa dönüşmesinin olağanlaşması gibi… Sözcükler kafamda belirli bir düzene giriyor. Bana ait olmanın huzuruyla onları istediğim ---sizin istediğinize göre değil---gibi kullanıyorum. Her sözcük bir başka ritme, bir başka söze evirildikçe kendiliğinden akıyor ve bana keyif vermeye başlıyor. Her keyif alış yeni serüvenin kapılarını aralıyor. Bu yönelme bazen ritmik bir şiire, bazen kısa bir anıya, bazen bir anlatıya, bazen bir öyküye, bazen bir denemeye, bazen bir romana yöneltiyor.

Sözcüklerin gücü ve dağarcığımda toplanmışlıkla yola çıkıp yazmaya yöneliyorum. Yaşamımın iki kesiti karşıma çıkıyor; yazım öncesi ve sonrası… Bir kıyaslama yapmamı isterseniz, samimiyetle ve dürüstlükle cevap vermemi istiyorsanız; kendime olan güven ve saygının artışı ile “insancıl “ bakışımın kesin olarak değiştiğini söyleyebilirim… Birçok kişinin baktığı pencereden “ne kadar para kazanıyorsun “ sorusunun daha da tiksindirici bir hal aldığını ve cevaplamamam gerektiğine daha çok inanmaya başladım. Sıkıcı, boğucu ve yazım ilkelerime ve yaşam anlayışıma tamamen aykırı olan bu sorunun varlığı bile beni rahatsız ediyor.

Dünyayı kurtarma diye derin ve karmaşık bir hedefim yok. Öncelikle kendimi kurtarmalı, arındırmalı, özgür olmalıyım ki sonrasında kitlelere merhem olma iddiam olsun. Bir kurtarıcı peşinde koşmadığım gibi, kitleleri peşimden sürükleme derdinde de değilim. Kitlenin kendisi için var olma, kendi özgürlüğüne inanması gerektiğini düşünüyorum. Sakın bunu bir sınav olarak düşünmeyin. Hayatın ve hayatların gerçekliğinden yola çıkıp davranmaya, düşünceler üretmeye ve düşüncelerimi paylaşmaya çalışıyorum. Hayatın her dönem güçlüklerle yüklü olduğunu, içimize hapis ettiğimiz, gerçekleştirmek için küçük çabalar göstermekten kaçındığımız her durumun sonraki hayatlara yük olduğunu biliyorum. Bundandır bırakacağım emanetlerin yükünü hafifletme çabam.

Göç yolculuğunun izini sürerken; kararan, heba olan, bütün kötülüklere bulaşan veya bulaşmak zorunda kalan insanların yaralı öykülerine uzanıyorum. Savrulan, kayıp olan, yitip giden, kimsesiz ve yalnız insanların hikâyelerinin geçmişin ağırlaşan yüklerinin eseri olduğunu biliyorum.

Bütün varoşların suç üretim merkezlerine dönüşmesinin arka planında göç yolculuğu öncesi acılarının olduğu gerçeği bütün çıplaklığıyla gözümüzün önündedir. Geçmişe duyulan öfkenin, kinin, intikam duygusuna dönüşmesi gerçeği. ”İnsancıl” olma duygusunun çok önceleri birileri tarafından toprağın derinliklerine gömülmesinin intikamı…