Uyku; bedensel ve zihinsel bir ihtiyaç, yarı ölüm hali ve geçicidir.
Uyutulmak ise, bedensel veya zihinsel bir arızanın giderilmesi veya arızayı hissetmemek için yaşamla bağın kısa veya uzun süreli kesilmesidir. Uyutulmanın bireysel veya toplumsal olması özünü değiştirmez. Yaşamla bağın kesilmesi fiziki varlığın dışında başka bir anlam taşımaz.
Toplumsal uyutulma hali sadece günü mahvetmekle kalmaz, geleceği de karartır. Gücün elinde toplum travmalarla; duyarsız, ilgisiz, çekingen, korkak, şüpheci, ezilmişlik haline sürüklenir. Bu durum egemen için toplumu dizayn etme, yönetme konusunda rahat bir hareket alanı yaratmakla birlikte bünyesinde volkan misali ateşin yoğunlaşmasına ve ani patlamalara da yol açabilir. Çünkü o çok güvenilen kalabalıkların ne zaman, nasıl tepkiler vereceği hiçbir zaman tahmin edilemez. Yığın psikolojisi çok tehlikelidir. Şu an içinde bulunduğumuz ve yaşadığımız durumun izahı da diyebilirsiniz.
Sokaklarda, caddelerde, meydanlarda insanların gözlerine bakıyorum; ne bir gülümsemeye, ne de bir ışıltıya rastlıyorum. Omuzları çökmüş, gözleri sönük, yüzleri asık insanlar görmekten afakanlar basıyor. Uykuların karabasanında, uyutulmanın huzursuzluğunda; asabi, saldırgan, kavgacı, anlamaktan ve anlaşılmaktan yoksun, sorunların nedenine ve çözümüne odaklanmaktan çok sürekli şikâyet eden kalabalıklar… O “ferasetli” çoğunluk tabir edilen kalabalıklar kötülüklere; yağmaya, talana, soyguna, arsızlığa, soysuzluğa, vurguna katkılarını sorgulamadan “kurtarıcılarını” bekliyor. İçinde bulunduğumuz hazin çıkmaz ve durum diyebilirsiniz. Niye birileri bir şey yapmıyor diye sessizce söylenirken, kendisini çabanın dışında tutmanın derdinde. Köylü kurnazlığı da diyebiliriz. “Bana dokunmayan bin yıl yaşasın.” Diye diye yılanın kendisini zehirlediğinin farkına varamayacak kadar da bencil. Bu bencilliği sadece korkuyla açıklamakta mümkün değildir.
Doğan, havan, suyun, toprağın elden gidiyor. Yaşamın elden gidiyor.
Farkında mısın?
Farkındaysan tepkini dillendirmek zorundasın.
Farkında olup sessiz kalıyorsan her türlü musibeti hak ediyorsun, otur, konforunu---eğer kalmışsa--- bozma. Sızlanma, dertlenme, şikâyet etme. Seni uyutulmuş halinle bırakıyorum. Hiçbir tabibin sana faydası dokunmaz. Yaşadığın kentin, sonraki nesillerin geleceği seni ilgilendirmiyorsa lütfen “ gölge etme başka ihsan istemez.” Sen iflah olmaz haldesin, seni uyutulmuş halinle baş başa bırakıyorum.
Farkında değilsen;
Var olma halin gereksiz, yaşaman anlamsız. Eğer kişisel çıkarını toplumsal çıkarların önünde tutup sessiz kalıyor veya destekliyorsan sen asla iflah olmaz, çıkar düşkünü bir bencilsin, senin gibilerden uzak kalmak en iyisi. Lafazanlıklarına ihtiyacımız yok. Seninle aynı havayı solumak benim için ağır bir külfettir. Uzak dur. Seninle aynı kentte, aynı ülkede yaşamak bana ıstırap veriyor.
Yıllardır yoğun bir ideolojik propaganda ve algıyla uyutuluyoruz. Çürüme, yozlaşma, çöküntü uyutulma halinin bir sonucu olarak oluştu. Yağma, talan, yalan, yasak, baskı, korku yaşamın doğalına dönüştürülerek benliğimizi ve varlığımızı ele geçirdi. İtiraz eden küçük bir grubun; aydınlığı çoğaltma, mumu söndürmeme, karanlığa teslim olmama direncinin olması umudumu korumamı sağlıyor.
On yıllardır, belki de yüz yıldır bir yalan sarmalının içinde uyutulduk. Çoğunluk bu halinden çokta şikâyetçi olmadan yaşamaya razı oldu ve alıştırıldı. Bu nedenle çoğunluğun iradesinin doğru karar olduğu düşüncesi bana hep bir masal söylencesi olarak görüldü. O masaldır ki uyutulma halinden çıkmamıza engel oldu. Çoğunluğun kararlarını belirleyen hiçbir zaman kendisi olmayıp, yönetici azınlığın isteği gerçekleşti.
Bu topraklar, bu coğrafya çok acılar çekti. Gözyaşı hiç dinmedi. Yaşamı filizlendirmekten çok, uyutulanların ölümünün mezarları kutsandı. Talihsiz, talihsiz olduğu kadar da kendi geleceğini belirlemekten korkan, biatçe, kaderci ve boyun eğen bir karaktere büründürüldü. Dirençli, itiraz eden, haklarını koruyan savunan toplum oluşturmaktan çok uzak.
Başımıza gelen her kötülüğün kendi sessizliğimizin, umursamazlığımızın eseri gerçeğini de unutmayalım. Devletin dolayısıyla iktidarın “kutsallığı” masalı beyinleri iğdiş ederken, o gücü dokunulmaz hale getirdi. Her kötülük “kutsalın” devamı uğruna kabul edildi. Dahası o suça ortak olmaktan çekinmedi o çoğunluğun bir bölümü…
Ülkenin kaynaklarının yağmalanması olağanlaştırıldı. Bu yağmadan Kırşehir2de; sessiz, seyirci kalmamız halinde yakında derinden etkilenecektir. Şehrin doğu—batı—kuzey alanları sömürge madencilerinin yağmasının tehdidi altındadır. Bu yağmayı durdurmak uyutulmaya direnenlerin en büyük sorumluluğudur. Şirketlerin kasası dolarken ve sefalarını sürerken karşılaşacağımız sorunları kısa ve öz son kez sıralamakta yarar görüyorum:
Kırşehir’in temel geçim kaynağı olan tarım ve hayvancılık yok olma tehlikesini yaşayacak.
Yaklaşık bir milyon ton su tüketecek olan altın şirketleri su rezervlerini tüketecek, büyük bir su sorunuyla karşılaşacağız.
Altının siyanürle ayrışması nedeniyle; içme sularına, toprağa ve havaya karışacak zehir gelecekte yaşamları ciddi olarak tehdit edecek.
Kentimizdeki ekoloji bozulacak, birçok bitki türü yok olacak.
Bir doğa harikası ve kuş cenneti olan Seyfe Gölü yok olacak.
Bu açıkladıklarım yakın tehlikelerin küçük bir boyutunu oluşturuyor. Durum ciddi ve kaygı verici.
Uyutulan, algılarla yönetilen bir toplumun hepsinin karşı çıkışını, tepki göstermesini beklemiyorum. Ancak geleceğine sahip çıkmak isteyen, sonraki nesillere yaşanılır bir kent bırakmak isteyenlere insani, ahlaki bir zorunluluk ve sorumluluk olarak bakmalarını öneriyorum.
Bir gün herkes anlayacak altının ve madenlerin yenmediğini,
Bir gün herkes anlayacak topraksız ve susuz yaşanmayacağını,
Bir gün Kırşehir anlayacak her hanede en az iki kişinin neden kanser olduğunu,
O gün geldiğinde kaybettiklerimiz geri gelmeyecek,
Toprağımız, suyumuz, havamız, Kervan Sarayı’mız, Seyfe’miz servetimizdir.
Toprağımızı korumak, bozkırın, bozlakların, allı turnaların yurdu için SES VER KIRŞEHİR.
Altının çıkarılmasına ya şimdi tepkini göster, ya da ebedi uyutulmuş halinden şikayet etmeden uyumaya devam et.