Hepimiz büyümemiş veya büyümekte olan birer çocuğuz. Öyle olmasa çocukluk; masumiyetine, duygularına, sevgilerine, kötülüklerine yolculuk yapar mıyız. Her yazarın yazım serüveninde yolculuğun etkilerini ve izlerini görmek bir rastlantı değildir.

Geleceği kurgularken geçmişimden beslenerek çıkarımlar, kıyaslamalar yaparım. Bunları yaparken de hiçbir ahlaki ve inançsal kaygıyla yola çıkmam. Her sansürün gizlenmişlikler barındırdığına, özgün ve özgür yazımı kısıtlayacağını bilirim. Sürekli kısıtlamalarla yazanın bu serüvenden uzak kalmasını dilerim.

Sorgulama ve eleştiri yoksa yazımın en geniş tanımı olan edebiyatta yoktur. Birilerine hoş görünmek, birilerinin gönlünü hoşnut etmek için yazanlarında etikten uzaklaştığını düşünürüm. Etik, yazımın kendi içinde olmalıdır. Yazanda tutarlılık, özgünlük ve özgürlük içermelidir. Geçmişinde var olan --var olmuşsa -- ışığı taşımalı, aydınlatmalı, çoğaltmalıdır. Gönlünün bir taraflarına gizlenmiş ve bastırılmış aşkı da sunabilmelidir. Aşksız yaşam ışıksız bir fenere benzer. Kör ve karanlık.

Yazar kötülerden çok kötülüklerle kavgalıdır. Kötülüğün ve kirliliğin bulaşmadığı bir tek yer yokken, tek tek kişilerle uğraşmak anlamsız. Bütün güçlerin arkasında kirli ilişkilerin sağladığı kazançlar vardır. Bu nedenle masumiyeti korumak ve çocukça saflığa dönmek o kadar zor ki! O saflığı yaşamak ve yaşatmak için yolculuğumuz çocukluğumuzadır. O masumiyetin, o saflığın günahsız oluşudur bizi oraya sürükleyen. Belki de büyüdükçe bu kadar büyük belaların, kötülüklerin, karanlıkların, kirlenmişliklerin, çıkara dayalı ilişkilerin varlığından habersiz oluşudur bizi oraya yönelten. Herkesin kendince birçok nedeni olabilir. Yazar kendi penceresinden bunları öykülere, romanlara, şiirlere dökerken geleceğe de ışık tutmayı amaçlar. Bu amacına ulaşıp ulaşmaması onun dışında olmakla birlikte vicdani duyarlılığını göstermek, yansıtmak zorundadır.

Büyüdükçe kendimizi belaların içinde bulur veya farkına varırız. Karşılaştığımız her tehlikenin geçmişin çözülmeyen sorunlarının bir birikimi olduğunu anladığımızda ise çözmek için elimizden bir şey gelmemesinin hayal kırıklığını yaşarız. Tehlikelerle birlikte korkularla yüzleşiriz. O korkuların bizi kontrol etmesine sessizce katlanırız. Çoğunun geçmişimizde, çocukluğumuzda saklı olduğu gerçeğini kavradığımızda büyümüş olmanın burukluğuna sürükleniriz. Çözümün bizde olduğu sorunlardan kaçarak kurtulamayız ki! Bu nedenle öncelikle kendin ol. Kendini tanı… Belki de düğüm bu felsefi bakışta gizlidir. Birçoğumuzun bedenen büyürken fikren büyümemesinin altında gizlidir yaşanan kötülükler. Yalnızlığımızla boğuşurken büyüyememek bizi zihinsel olarak yorgun düşürür. Bizden daha güçlü birine bağımlı kılar. Her bağlılıkla birlikte özgürlüğümüzü, kişiliğimizi yitirmeye başladığımızda ise artık çok geçtir. Gezegende bu kadar bağımlı, güneşi hak etmeyen insanın varlığı bana teselli değil, üzüntü veriyor. Güneşi hak etmeyenlerin gönül boşluğundan söz etmeye gerek görmüyorum.

İnsan doğasının katlanmasının sınırları vardır. Acıya, korkuya, kedere, mutluluğa… Ancak gönlünün boşluğuna katlanmasını anlayamıyorum. Bir bilgenin bilgilerini cehalet çukurunda çırpınan birine aktarması nasıl mümkün değilse gönlün doluluğu zevkini tadan birinin de gönlü boş olmaya alışmış birine bunu anlatması ve buluşturması mümkün değildir. Yine de amacım kötülüklerin azaltılması için yazmaya devam etmek, sözcüklerin elçiliğinde gönüllere ulaşmaktır. Hâlbuki bu dünya sağırlar ve körler diyalogunun boşuna depreştiği bir yer. Birbirini dinlemekten ve anlamaktan o kadar uzağız ki! Herkes kendi egolarını ihtiraslarını tatmin etme derdindeyken gönüllere yolculuk cılız bir ışık gibi görünüyor. Olsun yine de yolumuza devam etmek zorundayız.

İlk başladığım sözcüklerle devam ediyorum. Metni değiştirme kaygım yok. Zaten bir yazarın başladığı dili ve oluşturduğu metni sürekli ayıklaması ve değişikliğe uğratmasının gereksizliğine inanıyorum. Özgünlüğünün, dilinin kaybolma tehlikesine karşılık küçük dokunuşlar dışında metinde değişikliğe gitmemeye çalışıyorum.

Sabahın mahmurluğunda uyuşuk bir ruh haliyle uyanıyorum. Boş boş bakınıyor, avuntularla zaman doldurmaya çalışıyorum. Böyle sabahlarda bütün arzularımı yitirmiş, hiçbir beklentisi olmayan, günü doldurmaya veya öldürmeye uğraşan sıradan biri olmayı çok istiyorum. Mutlu olmak için sebepler ararken gönlümün boşluğuna takılıyorum. Her mutluluk arayışının insanın kendini kederlendiren ve tüketen duygularının esaretine çarpmasından endişe ediyorum. Zamanın peşinden koşmuyorum.

Önceleri yazmıştım bir yerlerde; zaman bizden bağımsız, bize rağmen kendi mecrasında akıyor. Bizim onu engelleme, durdurma, müdahale etme şansımız yok. Akıp giden o zaman diliminde biz ne yapıyoruz sorusu bütün yakıcılığıyla bizden yanıt bekliyor. Bazen kocaman bir hiçlik, bazen de boynu bükük bir kederle ardından utangaç ve mahcup bir ifadeyle bakıyoruz. Belki de akıp giden çocukluğumuzu arıyoruz. Kim bile bilir ki!