Ben küçükken hatırlıyorum, annemle semt pazarına giderdik. Elimizde bir dünya poşetle dönerdik eve… Çilek kokardı ellerimiz, domatesin kırmızısı içimizi ısıtırdı. Pazarcı “ablam sana iki tane fazla koydum” derdi gülerek. O günlerin anısı şimdi boğazımda düğüm. Çünkü artık elimizde bir fişle, cebimizde boşlukla dönüyoruz evimize. Neşemizi etiketler çaldı.

Her şey ateş pahası. Market reyonlarında dolanırken etiket okumaktan başımız dönüyor. Et değil, etiket yakıyor artık. Domatesin, limonun kilosu altınla yarışıyor. Üç tane salatalık alırken bile iki kez düşünüyor insan.

Ne oldu bize?

Nasıl geldik bu hale?

Kim kaybetti de biz bulmaya çalışıyoruz bu ağır hayatı?

Ben Kırşehir’de doğdum, büyüdüm. Burası küçük ama huzurlu bir şehirdi. Tarımıyla, hayvancılığıyla, kendi yağında kavrulan bir memleketti. Köyü bırakın Aşıkpaşa Mahallesi’nin göbeğinde bile sabahları horoz sesiyle uyanırdık. (Rahmetli Ali amca) Şimdi sabah ezanı bile bir telaşla okunuyor sanki… Çünkü çiftçi artık mazot alamıyor. Hayvanına yem veremiyor. Tarlasını sürecek gücü kalmamış insanların gözlerinde sadece yorgunluk değil, tükenmişlik var.

Gençler “burada iş yok” diyerek göç ediyor. Arkalarında sararmış aile fotoğrafları, kırık dökük umutlar bırakıyorlar. Kalanlar KPSS kitaplarına sarılmış, sayfa aralarında umut arıyor. Umut bile pahalı bu ülkede…

Fırına girerken “acaba sadece yarım ekmek mi alsam” diye düşünen insanlar var artık. Düşünsene, ekmek… En temel, en sade ihtiyaç. Ekmeği bile bölerek alıyoruz. Kiralar desen, sanki İstanbul Boğazı manzarasında yaşıyoruz. Kırşehir’de bir öğrenci ev bulsa, faturaları nasıl ödeyecek diye uykusu kaçıyor. Öğrencilik artık “okuyup adam olma” değil, “hayatta kalabilme” mücadelesi.

Emekliler…

40 yıl çalıştıktan sonra pazarda torununa meyve alacakken cüzdanını tekrar tekrar açan insanlar… Harçlık verememenin, başını okşayamamanın ezikliğini yaşıyor. Öyle bir dönem ki bu; geçmişin emeği bugünün yoksulluğuna yetmiyor.

Asgari ücretli daha maaşı almadan borçlarını hesaplıyor. Bakkala, kiraya, doğalgaza, elektrik faturasına… “Ay sonunu getirmek” bir deyim değil artık. O, bir hayatta kalma mücadelesi. Her ay başı bir umut, her ay sonu bir hayal kırıklığı.

Televizyonda bir ekonomist çıkıp “istikrar var” diyor. Belki kendi cüzdanlarında öyledir. Ama halkın cüzdanında istikrar yok. Halkın cebinde boşluk var, eksik var, kaygı var.

Uykusuz geceler var.

Annelerin gözyaşı, babaların çaresizliği, gençlerin susturduğu isyan var.

Geçen gün pazarda bir teyzem dedi ki:

“Evladım, eskiden üç kuruşa beş şey alırdık. Şimdi birşey için beş kuruş yetmiyor…”

Ne kadar doğru… Ne kadar içten… Ne güzel özet değil mi?

O cümlede bir ülkenin tüm yorgunluğu gizli.

Bakın, bu bir isyan değil. Bu bir serzeniş.

Bu ülkenin sade, suskun, çalışan ama ezilen insanlarının ortak iç çekişi.

Bu satırlar, bir annenin iç sesi, bir babanın omzundaki yük, bir öğrencinin geceleri yorgan altına sakladığı gözyaşıdır.

Sadece şunu sormak istiyorum:

Bu kadar zor olmak zorunda mı?

Gerçekten, her şey bu kadar pahalı olmak zorunda mı?

Bir gün ekonomi değil, insan konuşulsun istiyorum.

Fiyat etiketlerinden değil, vicdandan bahsedilsin.

İstatistiklerden değil, evine ekmek götüremeyen babalardan, öğle arası sadece su içen öğrencilerden, emekli maaşıyla ayı ortalayamayan dedelerden bahsedilsin.

Ümit ediyorum…

Bir gün olur da bu ülkede “ucuzluk kuyruğu” değil, “umut kuyruğu” olur.

Bir gün olur da enflasyon değil, insanca yaşam sevinci konuşulur.

Belki bir gün…