Bir zamanlar tatile gitmek uzak bir hayaldi bu ülke insanı için. Onların hayalleri Yeşilçam Artistleri’ne havale edilmişti. Her şeyin güzeline onlar layıktı. Milyonlara, o siyah beyaz ekranlardan tatil beldelerini seyretmek, eğlenenlerin mutluluğuna sevinmek yeterdi.

İsteyen herkes tatile gidemezdi, tatil düşü kuramazdı. Alt sınıfın işi değildi. Deniz kıyısında suya, maviliğe hasret yaşamak gibi bir şeydi. Çünkü sular tuzlu, mavilik lüks ve onlarda yoksuldu. Anadolu insanı buydu işte! Peki, heves edenler yok muydu? Milyonlarca!

“Hevesim olsa param olmuyor, param olsa hevesim olmuyor!” Atilla İlhan

Nasreddin Hoca’nın hayalini bilirsiniz. Kar ile pekmezi karıştırıp yemeyi pek severmiş. Ama ikisini bir türlü denkleştirip yiyemezmiş! Birini bulsa öbürünü bulamıyor! Talih bir gün hocamızın da yüzüne gülmüş, ikisine de kavuşmuş ama hocanın o eski halinden artık eser kalmamış, şöyle oturup ağız tadıyla hasretini çektiği karışımdan bir iki kaşık dahi olsun yiyememiş, sağlığı el vermemiş!

Çok şükür devran döndü, o siyah beyaz kareler renklendi. Artık iki yakasını bir araya getiren, tatil hayali kuran, hayallerini gerçekleştiren milyonlar var bu ülkede. Ben gidemedim bari çocuğumu götüreyim, sevindireyim, ona bir hatıra bırakayım diyen milyonlar! Bunun için türlü türlü yollar arıyorlar, buluyorlar, hayallerini gerçekleştiriyorlar. Mutlu olmaya, manevi güzellikler biriktirmeye, yaşamlarına renk katmaya can atıyorlar. Ne kadar sevinsek azdır.

Bolu-Kartalkaya’daki Otel tatili de böyle bir düşün neticesi. Kim bilir oraya gitmek için karar aldıklarında ne kadar çok sevinmişler, mutlu olmuşlar! Ama işte her şey planlandığı gibi gitmiyor, bazen rüzgârlar tersinden esiyor, yürekler yanıyor, içimize tarifsiz kederler düşüyor.

Karne sevinçlerini bu karlı dağdaki otele taşımak isteyen canlarımızın sevinçleri kursaklarında kaldı! İçimiz yandı. Keşke gitmeselerdi, anneannelerine, babaannelerine ya da başka bir yere gitselerdi diyesi geliyor insanın! Ama hayat kendi rotasından devam ediyor.

Birkaç gündür Gülay’dan “Gitme Turnam vuracaklar, kanadını kıracaklar, bizi yarsız koyacaklar” türküsü beynimde uğuldayıp duruyor, yüreğim yanıyor, kaçmak, uzaklaşmak istiyorum kendimden, her şeyden. İnsan hayatı bu kadar mı ucuz? Para bu kadar mı kudretlidir?

İşte bizi yarsız koydular, kanatlarımızı kırdılar, acılarımızı katladılar, küçücük yüreklerimize kocaman bir acı bıraktılar!

Cuma akşamı TRT’de AYBÜKE filmi vardı. Ipıslak gözlerle seyrettim. Sahi biz hep böyle vurulacak mıyız? Hep böyle kanatlarımızı kıracaklar mı?

Kırk yılı aşkındır terör vuruyor, hala vurmaya devam ediyor, o azalacak, tarihe karışacak derken başka yerlerden vuruyorlar! Sahi biz vurulmak için mi yaratıldık? Deprem vuruyor, sel vuruyor, kar vuruyor, rüzgâr vuruyor, yağmur

vuruyor, rüşvet vuruyor, ihmalkârlık vuruyor, bana ne lazımcılığı vuruyor, vuruluyoruz da vuruluyoruz! Ne kadar çok vuruluyoruz?

Şeytan’a, Azrail’e gerek kaldı mı ki? Kendi göbeğimizi kendimiz kesebiliyoruz; kendi kendimizin Azrail’i olmuşuz çıkmışız!

Bir sevinçlerimiz kalmıştı, artık onları da vuruyorlar!

Yıllardır terör yuvası Kandil’den söz ediyoruz ama her tarafımıza ölüm kusan Kandiller inşa etmişiz. İçimiz dışımız kan, barut, ateş kokuyor! Cellât olmuşuz, kendi kendimizin cellâdı olmuşuz. İnanın çıldırmamak elde değil!

Birlikte yolculuk yaptığımız bir müteahhit ağabey şöyle anlatmıştı. Yaptıkları inşaatı kontrole gelen yetkililer ayrıldıktan sonra demiri döşeyen ustabaşı: “Patron istersen koyduğumuz demirlerin bir kısmını geri sökebiliriz!” diyor. Müteahhit şaşırıyor. “Genel de böyle yapıyorlar da!” diyor ustabaşı.

80 civarında insanımızı kaybettiğimiz Kartalkaya’daki otel sahibi ruhsatını yenilemek için itfaiyeye başvuruyor, rapor olumsuz çıkınca talebin iptali için dilekçe veriyor. Akıl, mantık, insaf pılıyı pırtıyı toplayıp gitmiş!

Aybüke öğretmenimizi vuranlarla, karlı dağdaki otelde canlarımızı ölüme terk eden bu insanlık, merhamet yoksunu yaratıklar arasında bir fark var mı?

Bırakın tatili matili!

Bu canavarlıkları görünce insanın artık evinden çıkası gelmiyor!

Gittiğimiz yerlerden cenazemizin gelmeyeceğinin garantisi var mı? Canlarımız kime emanet?

Sahi biz kime emanetiz?

Bizi kim, nerede, hangi köşede vuracak?

Artık, “Sağım solum sobe” değil, o devir miadını doldurdu.

“Sağım solum, önüm arkam cani!” artık.

Gülay’ın çığlığı hala çok yüksek, feryadı hala çok derin!

Hala “Gitme Turnam Vuracaklar!” diyor.

Ve ben çok yorgunum:

Üzüntüden, dertten, kederden!

Çünkü bu ne ilk, ne de son olacak!

Bizi hep vuracaklar!

Ve Gülay hep feryad etmeye devam edecek:

Gitme turnam vuracaklar

Kanadını kıracaklar

Bizi yarsız koyacaklar!

Sözün özü zübde-i makâl; o yangının içine kendimi koydum, bacımı koydum, kardeşimi koydum, en yakınlarımı koydum, can ciğer yavrularımı koydum. Sonra da karşıdan seyrettim sizleri, çığlıklarınızla, feryatlarınızla aklım başımdan gitti ama hiçbir şey yapamadım, kendimden, insanlığımdan utandım! Defalarca ölmek istedim ama ne ölebildim, ne de sizleri kurtarabildim. Yüreğim, yüreklerimiz şimdi yangın yeri! Affedin bizi ne olur, affedin, yüce Mevla’ya şikâyet etmeyin!