‘EZBER BİLMEK, BİLMEK DEĞİLDİR’ Montaigne bu sözleriyle aydınlanmanın kapılarını açar ve sorgulamayı başlatır. 
    Montaigne, Denemelerini yazarken, bir plan yapmaz, sade bir anlatımla Antik Çağ düşünürlerden topladığı verileri aktarır.
    Aklı doğmaların dışına çıkararak araştırmaya, düşünmeye, doğasını tanımaya yönlendirir.
    Düşünmekten, araştırmaktan ve sorgulamaktan zevk alır. 
    İtaat eden, sadece kulluk görevini yapan Orta Çağ insanına kendisini tanıması, anlaması için ipuçları verir.
    Denemeleri, okuyan her insan yaşamı sorgulamaya başlar.
    Montaigne, denemelerinde “Okuyucu, kitabımın konusu benim” der.
    Denemelerin konusu insan sadece insandır.
    Şu satırlar insanın doğasını ne güzel anlatır:
    “Bire zavallı insan. Az mı derdin var ki, kendine yeni dertler uyduruyorsun. 
    Az mı kötü haldesin ki, bir de kendi kendini kötülemeye özeniyorsun. 
    Ne diye yeni çirkinlikler yaratmaya çalışıyorsun? 
    İçinde ve dışında o kadar çirkinlikler var ki… 
    O kadar rahat mısın ki, rahatın sana batıyor?
    Doğanın seni zorladığı bütün yararlı işleri gördün, bitirdin.
    İşsiz-güçsüz kaldın da mı, başka işler çıkarıyorsun kendine?
    Sen tut, doğanın şaşmaz, değişmez kanunlarını hor gör.
    Sonra, o senin yaptığın tek yönlü acayip kanunlara uymaya çabala.
    Üstelik bu kanunlar ne kadar kendine özgü, dayanaksız, gerçeğe aykırı olursa, gayretlerin o ölçüde artıyor senin.
    Mahalle papazının sana emrettiği gündelik işlere sıkı sıkıya bağlanıyorsun.
    Biz insanlar, kendimizi kötülemede gösterdiğimiz zekâyı hiçbir yerde gösteremeyiz.
    Kafamızın o her şeyi bozabilen tehlikeli aletin peşine düştüğü, öldürmeye kastettiği av, kendi kendimizdir.
    İnsanı öldürmek için günışığında geniş meydanlar ararız.
    Ama onu yaratmak için karanlık köşelere gizleniriz.
    İnsanı yaparken gizlenip utanmak bir ödev, onu öldürmekse birçok erdemleri içine alan bir şereftir.
    Biri günah, öbürü sevaptır.
    Bizi yaratan işi hayvanlık saymaktan daha büyük hayvanlık mı olur?
    Öbür yandan birçoklarının yaşamın gayesi saydıkları erdem, elde edilmemiştir.
    Sokrates’e göre, tanrılar hazla elemi birleştirip karıştırmak istemiştir.
    Bunu başaramayınca da, ‘Bari şunları kuyruklarından birbirine bağlayım’ demiş.
    Gülme, son haddine varınca gözyaşları ile karışır.
    Ağlayan insanla gülen insanının yüzünde beliren çizgiler aynıdır.
    Kendi kendime günahlarımı açarken görüyorum ki, en iyi huylarımda bile kötüye çalan bir yön var.
    Korkarım ki, Platon en sağlam bildiği doğruluğu iyi yakalasaydı, bu doğrulukta insanın karışık yapısından gelen bir bozukluk çok derinlerde gizlidir.
    Onu ancak kendimiz görebiliriz.”
    Montaigne’i, en güzel anlatan kendi yazılarıdır
    Çünkü insan doğasının derinliğini ondan daha güzel kimse anlatamaz.
    Yanılgılarla birlikte pek çok gerçekleri de sergiler.
    Denemelerde anlatılanlar, insan ve insanca değerlerdir.
    Montaigne, denemelerin de hayatın tüm alanlarını sorgular, kalıpların dışına çıkar.
    Acı tatlı tecrübelerini soyut sözcüklere başvurmadan anlatır.
    Olguları, kendine göre anlatmak, deneme yazılarında bir gelenektir.
    Deneme geleneğini de o başlatır.
    Günlük bir yazı, eğer ebedi değer taşıyorsa ancak o zaman deneme kapsamına girebiliyor.
    Ünlü felsefeci Nusret Hızır’a göre; “Deneme konusunu derinliğine kavramak ya da tüketmek savında bulunmayan ama bu sistemsiz biçimde, çoğu kez söylediklerini önemsemiyormuş gibi davranarak yeni katkılarda bulunan bir yazın türüdür.”
    Deneme, tam anlamıyla bilimsel olmayan ama öyle olmaya özen gösteren yazı türüdür.
    Denemenin felsefeden ayrılan yönü sistematik olmamasıdır.
    Sistematik olmayan düşünceler felsefi bir değer taşımaz.
    Fakat denemede bu özellik aranmaz.
    Deneme de uyarma, yoklama, sınama, karanlıkta arama vardır.
    İşte burada yetilerimiz sistemsiz çalışır.
    Deneme, bizleri sınırlarımızın ötesine götürür.
    Bilgimizi, düş dünyamızı zenginleştirir.
    Bilim adamları, filozoflar, denemeye bilim değil, edebiyat diyorlar.
    Fakat burada denemenin dili, bilgimizi, düşünce ufuklarımızı geliştirip zenginleştirdiğini görmüyorlar.
    Ayrıca denemenin başyapıtları da bilim adamları ve filozoflar tarafından yazılmıştır.
    Tüm yazınsal sanatların konusu insandır.
    İnsanın dünyasını zenginleştirmek ve güzelleştirmektir.
    Bunu da başlatan yargıç Montaigne’dir.
    Montaigne, insanlara aklını kullanma yollarını gösterir.
    İnsanın kendi doğasını tanıması için ipuçları verir.
    “Eğer kendimizi bilemezsek, neyi bilebiliriz ki” diye sorar.
    Hem bilgiye, hem de bilgeliğe giden yolun insanın kendisini bilmesinden geçtiğini savunur.
    Montaigne portesi bir anlamda insan doğasının portresidir.
    Ona göre insan ancak kendisini inceleyerek doğasını kavrayabilir.
    Montaigne göre, doğanın insanlara en adilce dağıttığı tek nimet, akıldır.
    Çünkü hiç kimse kendi aklından şikâyetçi değildir. 
    İnsanın aklını beğenmesi için akıldan ötesini görmesi gerekir.
    Akıldan ötesini gösteren de yine akıl değil mi?
    Homeros’un destanlarında bile insanlar tanrılarını kendi akıllarına göre biçimlendirir.
    Tarihin ilk masal kitabı olarak kabul edilen Beydeba’nın “Kelile ve Dinme” isimli eserinde akılla ilgili ilginç masal vardır.
    Akıl, ilk defa bu masallarda sorgulanır.
    Başkalarına akıl öğrettiği halde kendi aklını kullanamayanlar için de, ilginç bir örnek vardır.
    Masal şöyle:
    “Güvercinin biri ulu bir hurma ağacına yuva yapmıştı. Güvercinin böyle yüksek bir ağaca yuva yapması ve yavru çıkarması zor oluşumdu. Hayvancağız yavrular yavrulamaz bir tilki hemen ağacın altında bitiyor;
    -Ya yavrularını aşağı at, ya da ağaca tırmanıp hepinizi yok edeceğim diyordu.
    Güvercin, korkudan tir tir titriyor, lanet olsun, al diyerek yavrularını aşağıya atıyordu.
    Tilki de, onlara afiyetle yiyordu.
    Güvercin yine yavrulamış, korku içinde yuvasında büzülüp kalmıştı.
    O sırada bir leylek gelerek güvercine neden üzüntülü olduğunu sordu.
    Güvercin, olanı biteni anlattı.
    Leylek;
    -Bak, sana bir akıl öğreteyim dedi.
    Tilki yine gelirse, ona dersin ki, ‘Ben artık sana yavrularımı atmayacağım. Çıkabilirsen çık, beni ele geçiremezsin. Ben uçar, kurtulurum. Ancak yavrularımı alabilirsin.’
    Leylek uçup gitti, bir su kıyısına kondu.
    Tilki yeniden ağacın altına geldi, bağırıp çağırmaya, yeniden yavruları istemeye kalktı.
    Güvercin leyleğin kendisine bellettiği sözleri söyledi.
    Tilki:
    -İyi ama bu aklı sana kim öğretti? Ben ona şimdi kim olduğumu bir göstereyim de, anlasın dedi.
    Irmak kıyısına koştu, leyleği buldu ve ona sordu:
    -Leylek, de bakalım. Rüzgâr sağdan eserse ne yaparsın, soldan eserse ne yaparsın. Başını hangi yöne çevirirsin.
    Leylek:
    -Sağdan eserse başımı sola, soldan eserse başımı sağa çeviririm.
    Tilki; 
    -Ya dört yandan eserse.
    Leylek:
    -O zaman başımı kanatlarımın arasına alırım.
    Tilki;
    -Bu nasıl iş. İnanmam doğrusu. Böylesini hiç görmedim. Siz kuşlar, biz öteki hayvanlardan daha akıllısınız herhalde?
    Leylek, tilkinin bu konuşmasına çok memnun kalmıştı.
    —Bak yapayım, bir kez gör dedi.
    Leylek, başını kanatlarının arasına aldı, tilki hemen üzerine atladı ve leyleği boğup öldürdü.
    —Ey özümün düşmanı. Güvercine akıl veriyorsun da, kendin neden akıllı olmuyorsun? Bak düşmanın seni nasıl avladı…”
    Beydeba, akıl verenlerin de yanılacağını, aklın her zaman bizi yanılttığını ve yanıltabileceğini, aklın bilim gibi kesin sonuçlara ulaşamayacağını gösterir.
    Her insan kendisi için bir derstir. Düşünmek, gözlemek, sorgulamak, öğrenmek, aklını kullanma yollarını göstermek, Montaigne’in tutkusudur.
    Onun fiziği de, metafiziği de insandır.
    İnsanın kendisini anlatması zordur.
    Orta Çağ’da insanın kendisini anlatması hoş bir davranış olarak görülmez.
    “Benim mesleğim yaşamaktır” der.
    “Bana hayatımı, duyduğum, gördüğüm ve yaşadığım gibi anlatmamı yasak edenler, mimara da desinler ki, sen binalardan kendine göre değil, başkasına göre, kendi bilginle değil, başkalarının bilgisi ile söz edeceksin.”
    İnsanın kendisi ile baş başa kalması bazılarına göre sırtüstü yatıp vakit öldürmektir.
    Ruhu zenginleştirmeye çalışmak, boş hayaller kurmaktır.
    Sanki kendimiz bizden ayrı, bize yabancı biriymiş gibi.
    İnsan, kendindeki eksik ve cılız değerleri, üstelik insan hayatının hiçliğini hesaba katarak düşünecek olursa, hiçbir değeri ile övünmeye kalkışmaz.
    Doğanın istediği gibi yaşa.
    Hiçbir doğmanın kölesi olma.
    Montaigne’in yaşam kılavuzudur.
    O şehir hayatından kaçmış, “Denemeleri”ni insanı sorgulamak için yazmıştır.
    Yazılarında hep kendini anlatmıştır.
    Kendini anlatırken de, hayal dünyamızda yeni pencereler açmıştır.
    Akla, doğaya aykırı alışagelmişleri safsataları yıkmıştır.
    İnsana, kendisini keşfetmenin yollarını göstermiştir.
    İnsanlar farklı farklıdır.
    Bazıları hayatı yaşarlar.
    Bazıları da hayatı sadece seyredip eleştirirler.
    Seyretmek, ölümü çağrıştırır.
    Katılmak, yaşamak hayatı güzelleştirip zenginleştirmektir.
    Kendisi olabilmek, yaşama etkin bir şekilde katılmaktır.
    Özgürce yeteneklerini sergilemek, sorumluluk üstlenmek yaratıcı zekânın işlevidir.
    Başkalarının izinde gidenler, iz bırakmazlar.
    Yeniyi ve güzeli yaratamazlar.
    Oysa hayat durağan değil, değişkendir.
    Her gün karşımıza çıkan problemler, geçmiştekinden farklıdır.
    Karşılaştığımız problemleri çözmek için de, kılavuzumuz akıl değil mi?