Sabahın kör vaktinde uyandırdı sıpalar. İyi de oldu aslında. Şimdi kahvaltıya otururuz... Çok da acıktım. Hem Kırşehir’den getirdiğim yufka da var; bi güzel dürüm yaparım kızlarıma…

Peh! Tutman la beni!

Sofradayız. Elimdeki kitaptan, küçük küçük bölümler okuyorum çocuklarıma. Bazen duruyorum. Boğazım düğümleniyor. “Devam et” diye bağırıyor çocuklarım.

Mihrap, dokuzunda, meraklıdan da meraklı... Ben susuyorum, yüreğimi durultmak, gözümden süzülmeye çalışanları, yüreğime gömmek için. Kızım durmuyor, her şeyi bir an önce öğrenmek istiyor…

“Sokranmak ne demek baba?”

“Çar nedir ki?”

“Sahan, ne işe yarardı?”

Kendi kendimi yokluyorum. Sorulan bütün soruların cevaplarını biliyor muyum?

Verdiğim cevabı beğenmiyorum… Bir utanç bulutu dolaşıyor tepemde.

                Yüreğimde dolaşan kara bulutların, önüme boşalmasından korkuyorum…

Okumaya devam ediyorum…

                “Kar yağardı Kaman’a diz boyu. Çelenlerden sarkan çubukların, geceleyin esen rüzgârdan çıkardığı seslerle uyurduk o zaman…”

Başıma geleceği biliyorum…

“Çelen ne baba?” diyor Mihrap.

Aklımı başıma toplamaya çalışıyorum.

“Çatısı olmayan, toprak evler vardı eskiden…”

“Çatısı olmayan ev mi olurmuş?” diye söyleniyor küçük kızım.

Ablası, kardeşine ters ters bakıyor. Bana çaktırmadan sus işareti yapıyor kardeşine. Vuslat bu susar mı? Susmaz elbet. Aklına takılanları, otomatik tüfek gibi sıralıyor...

”Bazlama ne?”

“Bir çeşit ekmek...”

“Şu yediğimizden mi?”

“Yok, biraz farklı .”

“Biz de yapsak ya...”

“Yaparız kızım, yaparız yapmasına ya…”

Gerisinin ne getireceğini hanım biliyor. Hanımın bildiğini bilmeyenden de adam olmuyor. Kaşları çatılıyor hanımın. Boşalan bardağıma çay doldurmaya başlıyor. Bir yandan söyleniyor. Sözü uzatsam, alacağım cevabı biliyorum.

“Alaydın memleketinden bi kız. Bazlamada yapaydı, gözleme de yapaydı. Hatta hatta mantı açaydı da, tıksırana kadar yiyeydiniz…”

Konunun acilen değişmesi lazım... Okumaya devam ediyorum…

“Babamın almadığı pantolon… İlk radyomuz… Köstülere, tosbağlara kaptırdığımız ganimetler…” okumayı bırakıp, kendi kendime konuşmaya başladığımı fark bile etmiyorum.

Hanım, kızgın kızgın bakıyor hâlâ… Kaman’ın Baran Dağı’nı, Darıözü’nü, Ömerhacılı yolunu gösteren bir resim çıkıyor önüme. O resme bakarken tıkanıyorum. Nehir misali akıp giden yeşilliğin arka taraflarında, tanıdık bir yer çarpıyor.

“Aha !” diye haykırıyorum.

“Şurada, tam şurada bir elma bahçesi vardı. Biz de elma çalardık oradan!”

“Hırsız baba !”diye söyleniyor Vuslat.

Mihrap devreye giriyor.

“Babama hırsız deme!” sözünü eylemle birleştirip, bir çimdik atıyor kardeşinin poposuna…

Vuslat çemkiriyor… Acıyan poposunun acısını unutmak için olsa gerek: “Kendisi çaldık dedi ya!" diyor.

Ben, devreye girmek zorunda kalıyorum.

“Bizler, büyüklerimizin çocuklar yesin diye yetiştirdiği elmaların tadına bakıyorduk sadece, buna çalma denilmez ki” diyorum… (Aman Allah’ım! Ben, ne büyük bir yalancı oldum ya…)

Söz uzuyor. Söz uzadıkça, boğazımdaki ilmek sayısı çoğalıyor. Önümdeki menemene ekmeğimi bandırıyorum. Tam ağzıma götürecekken, yemeğin bir parçası kitabın ortasına düşüyor.

Çocukların ikisi birden bağırmaya başlıyor…

“Ne yaptın baba! Kitabı kirlettin!”

Bir utanç rüzgârı döneniyor başımda. Bir serçe havalanıp tekrar konuyor omuz başıma.

“Okunan kitap batmaz” diyorum.

“Bir kitap, ne zaman okunmazsa o zaman kirlenir o zaman batar ve bir yazar, ne vakit unutulursa, işte o vakit ölür.”

Kızlarım, pelpel, anlamaz anlamaz bakıyorlar gözlerime.

İşin sonu kötü...

Baba olup susturmalıyım, asla susmalarını istemediğim çocuklarımı.

“Memleketten getirdiğim yufkaların hepsini, bir oturuşta yemeseydiniz sizlere dönderme, omaç yapacaktım!” diye hırlıyorum.

Sesim o kadar sert ki ben bile, bu sesin benden çıktığı inanamıyorum.

Kızlar, başlarını öne eğiyorlar. Birkaç saniye geçtikten sonra, Vuslat geliyor yanıma. Kocaman bir öpücük konduruyor sol yanağıma…

“Baba biz de Kamanlıyız ki” diyor…

“Sanki sadece sen mi Kamanlısın?”

“He”diyebiliyorum.

"He, siz de Kamanlısınız ya."

Mihrap, kardeşinin elinden tutuyor… Az önce menemen kazasına uğramış olan; Sevgili abimin, değerli meslektaşımın, Kamanlı Mümtaz Boyacıoğlu’nun kitabını odasına götürüyor…

Dışarıdan seslerini duyabiliyorum.

Vuslat ablasına soruyor…

“Çimdirme ne abla?”

Ablası, kızmadan incitmeden cevaplıyor.

“Çocukları yıkama…”

Vuslatın sesi çınlıyor evin içinde.

“Anne bizi çimdirsene!”

Hanımın söylediklerini duymazdan geliyorum…

Memleket diyor, aşk diyor, kızları diyor. Ben kirli Ziya’nın meyhanesine zor atıyorum kendimi…

Sessizce içeri süzülüyorum. Her zamanki masama oturuyorum. Bir tanışın sesi geliyor hoparlörden, Ali Ekber Çiçek söylüyor…

“Yolumuz gurbete düştü.

Hazin hazin ağlar gönül.

Araya hasretlik girdi.

Dertli dertli ağlar gönül…”

Ben, gurbeti icat edene, beni gurbete mahkûm edene, küfürler yolluyorum, ağlamıyorum....