Sabah…
Güneşin ışıkları aralı perdeden odama sızıyor. Umutta sızıyor. Dışarıya bakıyorum. Gökyüzünün maviliği bütün canlılığı ile karşımda. Derinden nefes alıyorum. Karanlığın yalnızlığından yaşamın sevincine, coşkusuna kalbimi açıyorum.
Sokaklar telaşlı, yarı uykulu, mahmur insanların küskün, yorgun yüzlerini karşılamaya hazırlanıyor. Sessiz, sedasız, ağrılı, sızılı, aşksız bir güne başlamanın bezginliğiyle. İnsanlar niye bu kadar yorgun, bu kadar kasvetli, bu kadar sıkıntılı… Yüzlerindeki ifadelerden mutsuzlukları bütün çıplaklığıyla ortaya serili veriyor. Üzüntülü hallerini perdenin arasından sızan ışıkla birlikte bana da ulaştırma, bulaştırma çabasında, derdindeler. Ben ise karanlığında terk etmiştim yalnızlığımla birlikte karamsarlıklarımı, kâbuslarımı… Umutla yüklenip günü karşılamanın coşkusu ile içim kıpır kıpır. Heyecanımdan yerimde duramıyorum. Dünya üzerime şikâyetleriyle geldikçe kaçınıyor, karşı saldırıya geçmeye hazırlanıyorum. Sürekli bir şikâyet halinin yorucu, bıktırıcı tembelliğinden sıyrılmak istiyorum.
Günü havanın güzel oluşuna uygun olarak güzel başlatıyorum. Ben niye kötümser olayım ki! Hayattayım, sağlıklıyım. Üretmek için hazırım. Beynim zinde, ruhum aydınlık, kalbim heyecan yüklü… Gece süresince yazmışım. Huzursuz bir dünya halinden huzuru yakalamışım. Özgünlüğüm ve özgürlüğümle kendim olmaya başlamışken, çözümüne katkı sunamadığım sorunların yüküyle kendime eziyet etmenin, yormanın anlamı yok.
Evden çıkıyorum. Her gün yürüdüğüm, artık ezberlediğim sokağında kaldırımları işgal etmiş arabaların arasından ağır adımlarla yürüyorum. Herhangi bir hedefim, belirli gideceğim belirli bir yerim olmamakla birlikte kitaplarımın, defterlerimin, kalemlerimin yüklü olduğu çantamla kütüphaneye yöneliyorum. Kütüphaneye girmeden önce ocaktan bir çay içiyorum. Bu rutin olup, kütüphaneye her gidişimde tekrarlanır. Rengi solmuş, boyası dökülmüş tabureye oturup gelen geçenlere öylesine bakıyorum. Sabah perde aralığından gördüğüm yüzlerin benzerini görmekten içimi sıkıntı basıyor. Derin bir oflamayla gözlerimi kaçırmaya çalışıyorum. Bir an önce kitaplarımın, dostlarımın arasına karışmalıyım. Bütün iyimserlik hallerimi bu yüzler, bu bakışlar ele geçirmeden kaçmalıyım. Belki kaçma sözcüğü tam uygun düşmedi. Ancak bu yitiklikten kurtuluşun başka bir ifade tarzı da olamaz ki!
Kütüphanede göz göze geldiğim, geceleri adına sayfalarca aşk sözleri ve satırları yazdığım kadınla karşılaşmanın heyecanıyla dışarıyı izlediğim masama yöneliyorum. Gözüm kadınla kitaplar arasında dolaşıyor. Masum yüzüyle, mahzun bakışlarıyla kitaplara odaklandığını düşünüyorum. O kara saçlı, ela gözlü kız benim kendisine beslediğim duyguların farkında olmadan kitapların büyülü dünyasına kapılmış durumdaydı.
Odama usulca girdiğini, dokunmaya çalıştığını, teninin terinin kokusunu yüreğimde hissediyorum. Odada geziniyor gözlerim, kütüphanedeki kadını arıyorum. Kadın orada mı kaldı, odama mı geldi ayrımında değilim. Hayalle gerçek arasındayım.
Bugün sana yazdıklarımı okumayacağım. Seni mutlu görmenin mutluluğu bana yeter. Sıcaklığı ve içtenliğiyle tatlı tatlı bana bakıyordu. Bu bakışlar sinirliliğimi, somurtkanlığımı yok etmeye yetiyordu.
Kütüphaneden dışarıyı izliyorum. Telaşla yürüyen, gergin yüzlü insanların karmaşası, trafiğin tipik bir yansıması olarak karşımda. Kütüphanedeki görevlilerin aylak aylak oturması sinirlerimi gerse de, genellikle karşılaştığım bir manzara olduğu için çok önemsemiyorum. Kütüphanede görevli değişse de, değişmeyen tek şey kitapların dünyasına o kadar uzaklar ki! Üzücü olmanın ötesinde acıtıcı ve düşündürücü… Kitapları tanımayı sadece okuyucuya sunulan bir hizmet ve yaptıklarını görev olarak gören bu görevliler gözümde iyice küçülüyorlar. Yanlış anlaşılmasın bana karşı bir saygısızlık yaptıkları düşüncesi ile bunları yazdığımı düşünmeyin. Asla… Doğrusunu isterseniz bana karşı çok saygılı, ince, nazik davranıyorlar. Okurlara karşı da öyleler. Ancak kitaplara sadece birer nesne gözüyle bakmalarından dolayı kırgınım. O kadarcık hakkım da olmalı…