Kırşehir’de bizler gençlik yıllarımız da en ağır şartlar altında çalıştığımız halde karnımızı zor doyururduk. Para belli kişiler de bulunurdu.

Kırşehir’de bizler gençlik yıllarımız da en ağır şartlar altında çalıştığımız halde karnımızı zor doyururduk. Para belli kişiler de bulunurdu. Günlerimiz büyük sıkıntılar içerisin de geçerdi.
Para kazanmanın yollarını tam olarak öğrenememiştik. Her devir de kolay para kazananlar olduğu gibi, o zamanlarda da terlemeden para kazananlar vardı. Yapamadığımız meslekler, insana kolay para kazandırıyordu. Ama ben çalışmaktan çok mutluydum. Terimi sildikten sonra aldığım para bana huzur verirdi.
Bizler bu kadar çalışmamıza rağmen karnımızı zor doyururken, her zaman olduğu gibi işini bilen (!) ve çalışmadan para kazanıp, lüks bir hayat yaşayan insanlar da vardı. İşini nasıl biliyorsa? O çeşit işleri ben bilemedim. Bilemem de ...
Ekonomik sıkıntılarından dolayı hiç doktora gidemeyen insanlar; bel ve sırt ağrısına yakalanırsa,soğuk ve sıcaktan etkilenip boğazları şişerse ilkel tedavi yöntemlerine baş vurulurdu.
Boğazlarından rahatsızlanan küçük çocuklar için, kendisini boğaz hastalıklarından anladığını gösteren bir kişiye götürülür.”
“DAMAK KALDIRMA” olayı denilen tedavi şekli uygulanırdı. Damak kaldıran kişi kocaman balaban yapılı, enseli pek kalın gözlerinin üzeri etlenmiş bir adam.Kalın ve uzun parmakları var.Tırnaklarını çoğu zaman kesmez, içerisi kir dolu idi.Tırnak simsiyahtı.
İşte boğazı şişen veya ağrıyan çocuk bu kişiye tedavi ettirilirdi. Balaban adam, uzunca orta parmağını çocuğun ağzına sonuna kadar sokar, olanca gücü ile damak kısmını yukarı doğru zorlardı.
Damak kaldırıldı (!)... Dev cüsseli adamın yaptığı işlem tamamlandı. Damağı kaldırılan çocuğun ağzından kanlar akardı. Kan akmazsa demek ki damak iyi kaldırılmamıştı. Çocuk anne veya babasının kucağında inim inim inlerdi.
İş bilen zorba adam, görevini yapmanın huzur ve rahatlığı içerisinde böbürlene böbürlene yürür ve yeni tedavi olacak hastaları beklerdi.
Günlerce hasta yatan çocuk bir türlü iyileşmezdi. Enfeksiyon kapma hesabı yine yapılmaz ve hekime götürülmezdi. Bu defa başka iş bilen göz açıklar çıkardı. Sarı renkte, taş gibi kükürt parçası; yanmış tandırın közüne atılır, çocuğun omuzuna basılarak ateşin ve kükürtün dumanında bekletilirdi. Kükürtten çıkan yeşil dumanla tedavi uygulanırdı. Çıkan bu yeşil kükürt dumanının insanın ciğerini ne yapacağını hiç düşündünüz mü? Beğendiniz mi tedavi şeklini. Bu tedavi kanırarak para kazananların aklıydı.
Biraz da neşelendirerek para kazananlardan bahsedelim....
Bayra günlerinde; insanlarımız belirli yerlerde toplanır, mahalli gelenek ve göreneklerimize göre oyunlar oynarlardı. Gramafonu bulunan bir şahıstan o alet alınır, taş plâktan söylenen türküler büyük bir zevkle dinlenirdi. Oyun bilenler bu müzik eşliğinde oynamaya çalışırlardı.
O da ne? Herkes o tarafa bakıyor. Orta da bir adam, adamın elinde kalbura benzer, çeşitli renklere boyanmış ve üzerine deri çekilmiş, şimdi vurmalı çalgı dediğimiz bir def. Kenarlarında ziller at nalı kadar vardı. Bakırdan yapılmışa benziyordu. Adamın yanında bezgin bir zağar, bilmediği hile ve desise yoktu. Çünkü kazancını sezdirmeden yiyordu.
Adam palyaço şeklinde bir elbise giyinmiş, öbür elinde uzunca bir zincir vardı. Burnuna zincir takılmış bir ayı. Yani KOCAOĞLAN!..
Sahibinin peşinden geliyordu. Bayağı güçlü idi. Gözleri iyice kızarmış, insanlara ve çevresine zarar vereceği düşünülerek dişleri sökülmüştü. Ayrıca ağzında bir de koruyucu vardı.
Omuz ve yağarnı ağrıyan, doktora gitmeyi pek istemeyen, para harcamaktan korkan insanlar, bu hastalığın nasıl giderileceğini bilenlere (!) sorarlardı. O bilenler kadar ayı oynatan adamda bu işi iyi biliyordu. Çünkü para kazanmanın yolunu iyi öğrenmişti. Bilenlerin aklına ve tavsiyesine uyularak ayının sahibine tedavi için baş vururlardı.
Bizim KOCAOĞLAN sahibinden aldığı talimatla yere yüzü koyun yatan insanların üzerine çıkar, onları kendi zevkine göre çiğnerdi. Adeta tepelerdi. Nedendir bilinmez altta çiğnen insanlar şaşkınlık ve korku içerisinde hastalığının geçtiğini sanırlardı. Bütün rahatsızlıklarını unuturlardı.Çünkü tedavi olmuştu (!) Seyirciler arasında kahkahalar... Kesik kesik gülüşmeler... Orada bulunan insanlar bu işten mutlu olurlardı.
Uyanık geçinen ayı sahibi bu işten pek memnun değildi. Çünkü istediği parayı kazanamamıştı. Hemen işi müzik festivaline çevirir, Kocaoğlan’ın hünerlerini göstermesini isterdi. Elindeki def ile “KONYALI KIZ”, ”AMAN KURU FASÜLYE” türkülerini söyler, bizim Kocaoğlan ise ön ayaklarını kaldırarak oynamaya çalışırdı.
Çoluk-çocuk, genç-ihtiyar bu manzarayı büyük bir zevkle seyreder, kocaoğlanı ödüllendirirlerdi. Ödül kocaman bir ŞEKER ...!
İş böyle kalmaz ayının sahibi, şapkasının içerisine bahşişleri toplar ve kafasında ne kadar para kazandığının hesaplarını yapardı. Kocaoğlan’la birlikte mutlu olurlar, görevlerini yapmanın rahatlığı ve huzuru içerisinde gölge bir yerde dinlenmeye çekilirlerdi.
Kocaoğlanın oynamasına müsaade eden uyanıklar da, sahibinden avantasını koparırlardı. Bunlarda hiç çalışmadan kazanan kişilerdi.
Sakın ha! Dişleriniz ağırmasın. Diş hekimine götürme alışkanlığı yoktu. Diş hekiminin varlığı bilinse de kim parasına kıyardı?
Yüzü davul gibi şişen, gözlerinin önü morarmış, hasta bir insan. İltihaplanmış dişle günlerce acı çekerek bekletilirdi. Ağrısı gidebilir düşüncesi ile küp şekerin üzerine ispirto ile ıslatılmış pamuk konurdu. Ağrı dinecek !çünkü bilenler böyle söylediler. Ağrı yine dinmedi. Dişin çekilmesi gerekiyordu.
Bilenlerden birisi, yakın köylerden birinde eli çabuk ve pratik olan birisi var,iyi diş çeker diye telkinde bulunurlardı. Hep bir ağızdan “Bulun getirin!.” konuşmaları.
Adamın işi de olsa getirilirdi. Çünkü orta da bilenlerin hatırı vardı.
Surat şiş,gözleri mor adam, şaşkın şaşkın bu acıdan kurtaracak dişçiye (!) bakar kendisini diş hekimi gibi gören bu şahıs ise, ciddiyetini kaybetmez,hemen işe koyulurdu.Çünkü daha önceden de tecrübesi vardı ya! Dişin iltihaplı olması, elindeki kerpetenin paslı bulunması, hastanın her an enfeksiyon kapacağı ve tetanos olabileceği hesabı hiç yapılmazdı.
Dişçi (!) işe koyulur.
-Aç ağzını....
Hasta adam açamaz ki.
Nasıl açsın?
Şişlikten suratı yuvarlaklaşmış, gözleri görünmez bir halde. Bu adam ağzını nasıl açacak ?
Kolayı var canım.. Yarı yanmış ağaç bir kaşık, kırık bir oklava parçası ne güne duruyor ? Getirilir. Üst çene yukarı doğru kanırılır. Alt çenesi ise aşağıya doğru çekilirdi.
Hah işte! Gördünüz mü nasıl açıldı adamın ağzı? Alt ve üst çenenin birleştiği yerde, kaşık veya oklavaya yardım eden kişi tarafından kıpırdatmadan bekletiliyor.
Bizim bilen dişçi mesleğinde pek uzmandı. Zaten iltihaplanmış ve sallanmakta olan dişi, pensesi ile kaşla göz arasında alır çıkarırdı.
Oh be! Her iki tarafta ızdıraptan kurtuldu. Seyreden insanlar da dişçi ile hastanın düştüğü o müşkül durumu seyretmekten ve azaptan kurtuldular. Adamın ağzından günlerce kanlar akar, başka türlü tedavi şekli uygulamak ve kanı durdurmak kimsenin uzmanlık dalı değildi. Varsın aksın canım. Tedavi edildi (!) ya....
Diş hekimine bedeli ödenmemişti. Önemli değildi. Adam bu işten kurtuldu ya,öder bir gün.Gelecek mahsulde dört çinik buğday satarsa borçtan kurtulurdu.Ama çenesindeki ve ağzında ki yaradan 1-2 yıl kurtulamazdı.
Tabi hastayı ızdıraptan kurtaranlar da ödüllendirilmeli idi. Onlarda belli bir zaman da hastalıktan kurtulan insana en ağır iş hangisi ise 1-2 gün çalıştırılırdı. Çalışan insan da memnun olurdu.Dosttan para alınır mıydı ?Çünkü onu ızdıraptan kurtarmıştı. Çalıştığı ağır işin bedeli ne acaba ?
Çok bilmişlere kanmayalım. Kanarsak işte ağzımızın şekli bozulur. Gülmeyi unuturuz. İnsanları mı aydınlatalım. Hekimlerimiz ne güne duruyor. Ayı oynatmaktan vazgeçelim. Olayları gördükçe hâlâ yağarnım ağrıyor.
Küçücük yavrularımızı ilkel metotlarla tedavi ettirmeyelim. Kulak-burun boğaz hastalıkları uzmanları bunca yıl boşa mı okudu. Kirli elleri yavrularımızın boğazlarına sokturmayalım. Kirli ellerden uzak duralım.