Ölüm sonsuzluktur. Her şey biter. Bütün düşünceler, bütün duygular, bütün felsefeler, bütün inançlar ölümün masum kollarında sona erer, sonrası yoktur. Ne bir dert, ne bir sorgulama, ne bir mükâfat, ne bir cezalandırma… Tanrının görevinin bittiği veya inanışın o münzevi, inzivaya dönüşen ritüellerinin, kaygılarının, korkularının tükendiği bir daha da anılmadığı sonsuzluk.

          Bütün tanrısal inanç ve tapınmalar yaşamı dizayn etmeye, yaşamda çile, yaşamda sefahat, yaşamda mükâfat, yaşamda cezalandırmalarla korku üzerine inşa edilmiştir. Sevgiden yoksun bir tanrının varlığı korkuyu etkili kılıp, kötülükleri engellemiyorsa veya yok etmiyorsa; gücünü, kudretini, adaletini, sorgulamalarını ölüm sonrasına bırakıyorsa insanı var etmesi anlamsızdır. Cennetinin ve cehenneminin varlığı ile deniyorsa yeryüzündeki cennetler ve cehennemler sanal mıdır? Sahici olan ölüm sonrasına bırakılmışsa burada kurallar silsilesi ile zapt edilmesinin ne anlamı var ki!

         Benim cennetim sevgi üzerinedir. Sevgiden yoksun korkutmaya, yasaklamalarla ve cezalandırmalarla vat edilen bir cennet, cehennemin kendisidir. Cennet sevgidir. Ölüm sonrasının cennetine kavuşmak için hiçte acele etmiyorum. Ölümü hiç arzulayana, cennete bir an önce kavuşmak için acele edenine de…. Ölüm kendisini yoklayıp teğet geçtiğinde de, ölüm korkusunun sızısı yüreklerine oturduğunda da bu da nerden çıktı şimdi, sırası mıydı, acelesi nedir serzenişlerini sessizce mırıldandıklarına eminim. Hatta gökyüzünün dinmek bilmeyen sessiz bir ağlayışının kölesi yeryüzüne boşanırcasına gözyaşlarını içlerine akıttıklarına da bahse girerim. Nedense ululaştırdıkları, kavuşmak için vaazlar verdikleri, uyuşturdukları yığınlara sundukları cennete bir an önce gitmek için hiç acele etmezler. Yeryüzünün nimetlerinin, keyiflerinin, tahtının, tacının çekiciliği ve gizemi ruhlarını ele geçirmiş, yüreklerini sarmışken rahatlarını kaçırmak istemezler.

        Bütün seçkinler ve gücünün zirvesinde olanlar her zaman korkarlar. Sıradan insanlarla son bulan yaşamlarında iki metre karelik toprağın altında eşitlenmekten korkarlar. Bedenlerine sarılan bez parçalarında eşitlenmekten korkarlar. Yaşarken uyumaktan korkarlar. Uyuyup uyanmamaktan korkarlar. Duydukları korku cehennem azabının korkusu değildir. Yaşarken de sürekli üzerlerine yönelen bakışlardan korkarlar. En çokta kötülük yaptıkları insanların gözleriyle karşılaşmaktan, bakışlarına ulaşmaktan korkarlar. Gülümsemekten yoksun, asabi ve korku salmaya yöneliktir gözleri ve yüzleri. Tasavvur ettikleri ölüm sonrasının cenneti de korkularını yenmelerine, yok etmelerine yaramaz. Yaşadıkları cennet bahçesinin ölüm sonrasının ikincisini hak etmediklerini, orada kendilerine ayrılmış bir yer olmadıklarını da bilirler.

        Güç sahiplerinin hayal güçleri ve ütopyaları da sınırlıdır. Yaşadıkları ve sahip olduklarının adil bir yaşam tahayyül edilmesi onlar için anlamsızdır. İhtiraslı ve doyumsuz olduklarından daha adil, paylaşımcı bir hayat tahayyül etmediklerinden ve öyle bir dertleri de olmadığından var olanı koruma arzu ve istekleri onların düşün dünyasını sınırlar, hayallerini karartır, korkusuz düşler görmelerini engeller. Bundandır estetikten, empatiden yoksun oluşları… Dünyanın merkezinde kendi sarsılmaz varlıklarını düşündükleri güçlerini koydukları için derin, karabasan sız, sükûnetli bir uykuları ve rüyaları da yoktur. Sürekli belirsiz geleceğin kaygısı ve telaşı içerisinde yaşarlar. Cennet düşleri görmekten o kadar uzaklar ki! Aslında ölüm sonrasının cennet beklentileri de yok. Cehennem korkuları da yok. Korkuları; güçlerini, hükümranlıklarını, ayrıcalıklarını yitirmektir. Unutulmaktan korkarlar. Kötülük yapanların lanetlenme dışında yad edilmesi, hatırlanması mümkün mü?

         Paylaşılmayan zenginlik; insanlığa karşı yapılan en büyük, en aşağılayıcı, en çirkin kötülüktür. Telafisinin ölüm sonrasına havale edilmesi ise açılan yaraları, çekilen ıstırapları, katlanılan acıları dindirmeye yetmez. Kötülüğün hesabı yaşamda sorulmalı, defteri burada kapatılmalı. Belirsiz bir zamana, mekâna bırakılması kötülük sahiplerini azgınlaştırmaktan, pervasızlaştırmaktan, hoyratlaştırmaktan başka bir şeye yaramıyor. Asırlardır kötülüklerin miras olarak devredilmesindeki gerçeklik bundandır. Hukuk denen garabetin karşısında cezasız kalanın uslanmasını bekler misiniz?

       Bu gezegene niye düştüğümüz ve sonrasında neden göçüp gittiğimize kafa yormamı yadırgayanlarınız olacağını da biliyorum. Asırlardır filozofların, peygamberlerin kafa yorduğu ve kendilerince düşünceler üretip, çözümler önerdiği, ancak sorularıyla karşımda duran bu sorunu çözme iddiasında da değilim. Doğum ve ölüm ve ikisi arası geçen ruhun karmaşası ile yaşamın sıradanlaşması ve kötülük üretiminin bizi ele geçirmesinin kaygısıdır derdim belki de… Boş ver her şeyi akışına bırak, olduğu gibi kabullen diyen sesinizi de duymadığımı da sanmayınız.

          Son göç; dönüşü olmayan bir yolculuktur. Ne yeni limanlarda demirleme, ne yeni konaklarda mola verme, ne zamana karşı durma, ne yeni mekânlarla karşılaşma ihtimalinin olduğu… Son göç uğurlanmanın, ardından geçici sızıların, geçici gözyaşlarının döküldüğü ve sonrasında varlığının unutulduğu andır. Bilinmezden gelinip, bilinmeze yapılan son yolculuktur. Derin bir sessizlikle huzura erişilen andır. Dönüş ihtimali olmadığından ebedi bir vedadır.