Tarih ve kültür şehri Kırşehir’de ilk bayramı geçiriyorum. Kırşehir gerçekten güzel, insanları hoş, sevgi ve saygının hakim olduğu, barış ve kardeşliğin hakim olduğu bir kent… Kırşehir’i ben bu gözle gördüm, bu şekilde yorumluyorum.

Tarih ve kültür şehri Kırşehir’de ilk bayramı geçiriyorum. Kırşehir gerçekten güzel, insanları hoş, sevgi ve saygının hakim olduğu, barış ve kardeşliğin hakim olduğu bir kent…
Kırşehir’i ben bu gözle gördüm, bu şekilde yorumluyorum.
Ama şurası bir gerçek ki eski bayramların mutluluğu yoktu.
Sevinçlerin tadı yoktu, hüznün yoktu, kederlerin, ayrılıkların, kavuşmaların… Kara trenin: ne gecikmesi önemliydi artık, nede hiç gelmemesi.
Bir anlamsızlık boşluğuna doğru, bir hortum misali çekilip duruyorduk.
Boşluğa düştüğümüzün farkında olanlar ve olmayanlar vardı. Daha da önemlisi: farkında olup, bundan gayrı ne olursa olsun fark etmez diyenler vardı.
İslam Alemi olarak Kurban Bayramına giriyorduk. Bayramın da tadı yoktu.
“Kurban ve Bayram”
Bu iki tezat kelime, bir araya gelip , ‘nasıl olumlu bir sonuç çıkarılır?’ diye, çocukluğumdan bu yana düşünürüm. İtiraf etmeliyim ki henüz yanıtını bulmuş değilim.
Şimdi: Ne bana İbrahim Peygamberin Oğlu, İsmail’ in kurban edişi hikayesini anlatın; nede İslamiyet ten önce devam eden, kurban kesmek anlamında değil de varlıklıların, yoksulların yaşamlarını idame etmeleri için bağışladıkları mallarından söz edin.
Benim derdim bu değil ki: Beni içinden çıkılmaz sorulara götüren şey, kurban edilenlerden sonra duyduğumuz hazdır.
Yeryüzünde her şey adil dağıtılsaydı kurban olmaktan ya da kurban vermekten haz alır mıydık?
Akıl adil dağıtılsaydı, ekonomik koşullar adil olsaydı, vicdan adil dağıtılsaydı… Yeryüzü aynı yeryüzü, yıldızlar aynı yıldız olur muydu?
Refah dünyasından yoksunluğumuz, kıtlıklar içinde oluşumuz kurban kültürünü oluşturuyor. Mal varlığımıza ait bir şeyleri kurban ettiğimizde yada bağışladığımızda, edilen dualar sonucu daha da iyi duruma geleceğimiz ve maddi manevi sıkıntıya düşmeyeceğimiz inancı, sizce de kurban etmeğe götürmüyor mu?
Peki, böyle bir durumda sonsuza kadar sürecek olan bir zenginlik; el avuç açan yada muhtaç olan birileri her zaman, hep, daima olacağını da göstermiyor mu?
Belki alan el olacağız, belki de veren el, ne fark eder ki? Kulun kula muhtaçlığı yada kulun kula bağışta bulunması başlı başına adaletsiz bir dünyanın varlığı değil midir? Maddi şeylerden haz alma zaafımız yüzünden, maddiyata kavuşmak için eğilip büküleceğiz. Önce bir parça ekmeğim olsun diye eğilirken, sonra yanında başka şeyler olsun, sonra mevki makam için, daha büyük mevkilere eğileceğiz ki, başkaları da bize eğilsin. Bakın işte! ‘ adam oldum’ demek için, kapısında gece gündüz beklediğimiz makamlara ulaştığımızda bu kez de biz başkalarını bekleteceğiz.
Yanı başımızda, yalakalarımız olacak, onlara çok güveneceğiz. Yalaka olmayanlara pirim vermeyeceğiz, onlar işe yaramaz. Haklı olarak tabii ki: Düşünsenize, siz yıllarca güç dengelerine biat etmişsiniz; ne için, kim için? Sizin önünüzde eğilsinler diye. Sonra, ‘o haddini bilmezler’ size pirim vermiyorlar. Onların tez elden kellesi vurula! Saygısızlar, buralara gelmek kolaydı da, siz neden gelemediniz!
Belli noktalara gelirken, ödün verip kurban ettiğimiz onurumuz, gururumuz… Kırıp döktüğümüz arkadaşlarımız, dostlarımızın yerine; yanımızda, kibrimize övgüler dizen dalkavuklarla bayramımız olacak.
Şimdi bayram zamanı, kutlarım.

Gülperi KILIÇ