İnsanoğlu bu, yaşı ne olursa olsun ne geçmişinden kopabiliyor ne de gelecekteki umutlarından. Gün oluyor erişemeyeceği hayallerin peşinden koşuyor, gün oluyor yıllar öncesinin küçük bir yaşanmışına takılıp kalıyor. Bazen ağlıyor, bazen gülüyor, bazen de derin derin düşünüp duruyor.
Bugün nedendir bilmiyorum bazı nostaljik duygular içimde dolanıp duruyor. Yaşanmışlıklardan bazı olaylar beni alıp götürüyor. Geriye dönüp baktığımda; çok üzücü yıkıcı olaylar yaşadığım aklıma geliyor. Bazen de öyle güzellikler yaşamışız ki; o güzel günlerdeki, çocukluk ve gençliğin dinginliğini hala bu gün gibi yüreğimin çok derinliklerinde hissediyorum.
Kırşehir’de üzüm bağları vardı. Şalgösteren, Dinekbağı, Özbağı, Kındam ve aklıma gelmeyen her yerde türlü türlü üzümler yetişirdi. Ellili altmışlı yıllarda herkesin bir üzüm bağının olması bir zorunluluk gibiydi. Yıllık yaşam kaynaklarından birisi gibi düşünülürdü. Herkes de bağına özenle bakardı. Bağın budama yapılması, içinin bellenmesi, yaprak ve ışkın toplamak, kükürt atmak ayrı birer iş, ayrı birer zevkti. Alacalar düştüğü zaman millette bir heyecan başlardı. Şalgösterendeydi bizim üzüm bağımız. Koca bir bağ, yemyeşil omcalarla kaplı, siyahlı beyazlı türlü türlü üzümler vardı. Hele çavuş üzümü, parmak üzümü, gül üzümü gibi çeşitlerin ayrı tadı vardı.
Ali Bölük isimli bir bağ bekçisi vardı. Yüksek bir yerde alaçık dediğimiz kulübesinde oturur bağlara gireni çıkanı kontrol ederdi. Mal sahiplerini tamamen tanır, eğer bir yabancı girerse, düdüğünü çalarak “sizi görüyorum” mesajı verirdi. Üzümler iyice olgunlaşınca ben eşekle gider, bir heybenin iki gözünde iki sepete üzümleri doldurur alır getirirdim. Bu üzüm bitince tekrar gider yine getirirdim. Bu işler bana oyun oynamak gibi keyif verirdi. Hemen herkesin kendi ihtiyacını karşılayan üzüm bağları vardı. İhtiyaç dediğim ise yıllık pekmez, kuru üzüm, şerbet ve köftür yapılırdı. Memleketimize bir şaraphane yapılmıştı ve ihtiyaç fazlası da oraya satılırdı.
Bağ bozumu bir festival havasında geçer. Komşular imece usulü ile birbirine kesim aşamasında yardım ederlerdi. Hele kesilen üzümlerin evin önündeki şirane taşında şıra haline getirilirken çiğnenmesi, çocuklar için kıt olan oyun çeşitleri yanında büyük bir eğlence ortamıydı. Pekmez kaynatmak bir düğün havasında geçerdi. Tüm aile fertlerinin bu aşamada görevleri olurdu. Kırağı yemiş ayvaları pekmez leğeninde pişirmeyi şu an anımsayan var mıdır bilemiyorum. Hala tadı damaklarımdadır
Günümüze gelecek olursak; düşünüyorum da nereden nerelere gelmişiz. Bağlar kurumuş yok olmuş, yerine apartmanlar dikilmiş, parklar yapılmış, daha uzaklara mandıralar kondurulmuş ve üzüm gibi bir güzel meyvemiz ve meyveciliğimiz yok edilmiş. Sadece bu mu? Geçmişte geçim kaynağı olan birçok sanat dalımız (daha önce de değinmiştim) gibi meyveciliğimiz, sebzeciliğimiz de bir yandan teknolojiye, bir yandan iş bilmezliğe, dahası devlet politikasının yanlışlığına yenilmiştir. Geçmişte dışarıya çok çeşitli meyve-sebze ihraç eden ülkemiz, neredeyse her şeyi dışarıdan alır hale getirildik.
Sütunum müsait olsa söylenecek çok şey var ama çözüm olacağını düşünmüyorum. Çünkü hala her alanda (bunun adı yıkımsa) yıkımlar devam edegeliyor. Başta devlet ve yerel yöneticileri ülkemizin tarım alanındaki potansiyellerinin yeniden değerlendirilmesini gözden geçirmelerini umut ediyorum. Ben eski Şalgösterenin çavuş üzümlü bağlarını görmek istiyorum. Bir gerçekleşmeyecek hayal de olsa.