Fransız Devrimi sonrası çok uluslu yapısı derinden etkilenen ve kanlı isyanlarla, yoğun çatışmalarla sarsılan Osmanlı Devleti hem silahlı direnişle çöküşü engellemeye çalışıyor, hem de kötü gidişatı durduracak fikirsel arayışlara giriyordu. Bu çabalardan bir diğeri olan bu haftaki konumuz olan İslamcılık fikir hareketi 2. Meşrutiyet sonrasının en yaygın fikri akımlarından birisidir. İslamcılık fikri dayanağını esasen elbette İslam dinine olan bağlılıktan düşüncesinden almaktadır. Şöyle ki; padişahın devletin başı olması yanında aynı zamanda İslam âleminin halifesi oluşu, şeyhülislamın da siyasi organlara yetki veren bir konumda olması İslamcılık fikriyatının gücünü artıran unsurlardı. Aynı zamanda ilmiye sınıfının eğitim öğretim kurumlarındaki çalışmaları ve camilerde verilen vaazlar İslamcılığın kolayca yayılabilmesini de sağlamıştı. İslamcılık da tıpkı diğer fikir akımlarında olduğu gibi kimi Devlet adamları ve aydın kesimde bir kurtuluş reçetesi gibi görülmüştür. Bu fikrin temelinde İslam’ı toplumsal hayata hâkim kılmak, bu sayede batının sömürü düzeninden, esaretten ve hurafelerden İslam Dünyasını korumak, birleştirmek, kalkındırmak ve nihayetinde bu yolla medenileştirmek yatmaktaydı.

İslamcılık fikriyatı zannedildiği gibi esasında batılılaşmaya karşı bir hareket değildir. Batının bilimsel ve teknik üstünlüklerinden faydalanmanın gerekli olduğu ve bunları İslam kültür, medeniyeti ve ahlaki özellikleri ile birleştirmenin Müslümanların yararına olacağı ilkesini benimsemişlerdir. Bunu da hadisler ve peygamberin yaşantısından örneklerle desteklemeye çalışmışlardır. Bunlara ek olarak batının sahip olduğu üstün değerlere İslam dininin zaten sahip olduğunu ancak zamanla unutturulduğunu da ileri sürmüşlerdir. İslamcılık fikriyatının başlıca yayın organı Sebilürreşad Dergisi’dir. İslamcılara göre; Osmanlı İmparatorluğunda yaşanmakta olan gerilemenin sebebi Müslümanlığa aykırı gidiş ve İslam’ın tam olarak anlaşılamamasına bağlanmaktadır. Prens Sait Halim’e göre İslamlaşmak “…İslam’ın itikat, ahlak, içtimaiyat ve siyaset sistemini daima zaman ve muhitin ihtiyacına en muvafık bir suretle tefsir ve bunlara uymaktır.” Sait Halim aynı zamanda; rejimini, sosyal hayatını, adaleti İslami prensiplere göre gerçekleştiren toplumlarda Batıcılık, İngiliz ya da Fransız hayranlığı gibi yanılgıların oluşamayacağını öne sürmüştür.

İslamcıların üzerinde durdukları en önemli konulardan birisi İslam’ın ilerlemenin önünde engel teşkil edip etmediği hususudur. Zira İslamcılara karşı geliştirilen tezlerde İslam memleketlerinin batılı, laik devletlerden her alanda geri kaldığı, İslam’ın değişime karşı direncinin hareketsiz bir toplum yarattığı ileri sürülmüştür. İslamcıların bu iddialara yanıtları gayet net olmuştur. Öyle ki, İslam memleketlerinde bilhassa Osmanlıda İslam’ın doğru şekliyle uygulanmadığını belirtmişlerdir. İslamcılar İslam’ın iddia edildiği gibi hareketten yoksun bir toplum yarattığı görüşünü de reddetmişlerdir. İslam’ın ortaya koyduğu toplumsal kurallar, dünya ve devlet işlerinden ayrı düşünülemeyen yapısı ile her alanı düzenleyen yenilikçi bir din olduğunu ileri sürmüşlerdir. Öyle ki bizzat peygamber çalışkan ve faal bir insan örneği olmuştur. İslamcılara göre Avrupalı devletler İslam’ın asırlarca önce belirttiği devlet modeline ancak sahip olabilmişlerdir. Diğer dinler ile karşılaştırıldığında İslam, siyasi, idari ve ahlaki her alanda diğerlerinde üstün konumda bulunmaktadır.

Müslümanlığın hürriyet, adalet gibi kavramlara atfettiği önem, halkın reyine müracaat edilmesi usulü gibi sosyal yöntemlere batılı devletlerden çok daha önce başvurulması, istibdat gibi yönetimlere karşı “huruç” prensibinin benimsenmesi, İslam geriliğin sebebidir argümanını boşa çıkarmaktadır. Bunların yanında İslam’ın sadece bireyler ya da zümreler arasında değil tüm devletlerarası sistemde beynelmilel bir barış ortamı sağlayabileceğini bu nedenle İslam’ın gerici değil ilerlemeci ve barışçıl bir din olduğunu belirtmişlerdir. İslamcılara göre ilim ve teknikte üstün, doğuyu sömürgeleştirmeye çalışan, bu amaçla misyonerlerini kullanan batı karşısında İslam Dünyası, İslam’dan uzaklaşmış bir durumdadır ve kurtuluş yolları aramaktadır. Adeta bir köleden farksız bir şekilde, dünyanın gidişatına hiçbir etkide bulunamamaktadır. Bu durumda Avrupalıların sistemlerindeki sıkıntıları bünyesinde barındırmayan ve ilerlemeciliğin de önünde engel oluşturmayan İslam kurtuluşun çaresi olarak öne çıkmaktadır.

Sultan 2. Abdülhamit döneminde Osmanlı-Rus savaşı ile geniş toprakların kaybedilmesi ve batılı devletlerin sömürgecilik faaliyetlerini hızlandırmaları karşısında Müslümanlar arasında bir dayanışma yaratmak gayesi ile İslamcılık, devlet politikası haline getirilmiştir. Sultan 2. Abdülhamit’in bu politikası tüm dünya Müslümanlarını birleştirme hayalinden ziyade Osmanlı hilafetini ayakta tutma hedefi taşımaktaydı. 2. Abdülhamit’in İslamcılık politikasını benimsemesinde özellikle imparatorluğun Hıristiyan tebaasını kaybetmeye başlamasının rolü büyüktür. 2. Abdülhamit bu yolla en azından Müslüman tebaayı devlete bağlı kılmayı amaçlamıştır. Sultan 2. Abdülhamit’in tüm İslam devletlerini birleştirmek amaçlı İslamcılık güttüğü tezini bundan tedirgin olan İngiliz, Fransız ve Ruslar ileri sürmüşlerdir. 2.Abdülhamit döneminde basına uygulanan sansür ile siyasi konularda yazılması yasak edilmiştir. Bu dönemde gazetelerde tarih, dil, edebiyat ve kültür üzerine yazılıp çizilmiştir ki özellikle bu konuların gündeme gelmesinin Türkçülüğün doğuşunda büyük etkileri olmuştur.

Bu fikriyatın, İslamcılığın en büyük savunucularından birisinin Sultan 2.Abdülhamit olmasına rağmen İslamcı fikir tutmamış, fikriyatın hedef kitlesi olan Arap coğrafyasına dahi hâkim olunamamış, Arap isyanları ve Müslüman Arapların Osmanlı Devletine karşı bağımsızlık isteğiyle bilhassa İngilizlerle iş birliği yapmaları önlenememiş, Arap isyancılar İngilizlerle iş birliği halinde binlerce Osmanlı askerini Arap çöllerinde katletmelerinin önüne geçilememiştir. Bugün kan ve gözyaşı içinde katliamlar yaşayan Filistin, Gazze ve Kudüs topraklarının dahi vaktiyle Arapların İngilizlerle iş birliği sonucunda Osmanlı hâkimiyetinden çıktığını bilmek derin bir tefekkür ve ibret ile değerlendirilmelidir. İlerinde başka bir yazıda Filistin topraklarının Osmanlı hâkimiyetinden hangi şartlarda nasıl bir kan, gözyaşı, katliamlar ve ihanetler sarmalında nasıl çıktığını da ayrıca inceleyeceğiz.

                                         

                                                                                                                Av. Bülent Demirbaş