Bin dört yüz yıllık bir hikâye ki;Hz Muhammed’invefatından sonra Emevilerin siyasi otoritelerini tanımlamak için saltanatlarını hilafete dönüştürmesiyle başlar...

Dini siyasa edilmesinin İslam tarihinde en bariz örneklerinden biri;Hz. Ali ve Hz. Muaviye arasındaki Sıffin Savaşında,Muaviye’nin, mızrakların ucuna Kur’an sayfalarını taktırıp Hz. Ali’nin askerlerini Allah ile aldatmatma hilesiydi.   

Esasen“iktidar-din” ikileminde, tasavvufunda ilahiyatında dışında “dinin siyasa edilmesi” üzerinden bir geliş olduğu için“siyasetin konusu”olan Hilafeti;  Araplardaki sosyal hayatı belirleyen kabilecilik anlayışının içinde de aramak gerekir.

Bu işin Osmanlıya geçmesi ve Osmanlı sultanlarınca siyasa edilmesi de siyasal güç ve egemenlik kavgalarına aparat edilmesinin de adıdır bizdeki hilafetin serüveni… Bu amaçla karşısındaki farklı din ve mezheplerden oluşan güçlerle mücadele için Müslümanların hamiliğine üstlenme rolü görürsünüz. Nitekim Rus tehdidine karşı halifelik bir uzun dönem  “panzehir”görülmüştür.

Dinin siyasa edilmesinin vardığı sonuçlar çoğu zamanlarda sadece İslam karşıtlığı üzerinden değil,Şah İsmailve Yavuzgibi iki Türkhükümdarınınkavgasında görülebileceği gibi,aynı dinin mezhepsel farklılıkları üzerinden de yürütüldüğünü görürsünüz.

Tarihte konumlarını, güçlerini sağlamlaştırmak ve yaptıkları her şeyin sorgulanmamasını, mantık süzgecinden geçirilmemesini isteyen sultanlar, “Sultan Allah’ın yeryüzündeki gölgesidir” imasını ve algısını hep oluştura gelmiştir. Esasen İslam âlimlerinin bile büyük çoğunluğu bu tabirlerin “sultana sınırsız keyfiyet sağlamasını düşündüklerinden” ürküp karşı çıkmışlardır.

Emevi ve Abbasi halifelerinin, bu tabirlerle mevkilerini güçlendirmek ve itibarlarını artırmak amacı güttükleri ve de “Allah’ın yeryüzündeki temsilcisi olma” şeklinde fetva verdirmeye meylettikleri de tarihsel bir olgudur.

Bu işin boyutu sadece “İslam Tarihi’yle de sınırlı değildir. Aynı zamanda “Ortaçağ Avrupa”sında, kendini “Tanrı’nın yeryüzündeki gölgesi” olarak gören, “engizisyon günleri”nin papalık makamından kalma bir deyimdir. Buradan Arapçaya, oradan da Osmanlı’ya geçmiş, “Allah’ın yeryüzündeki gölgesi”,Allah’ın âlemdeki gölgesi” manasındahalifeler ve hükümdarlar” tarafından teşvik edilmiş, “Padişah-ı ruy-ı zemin zillullah-ı fi’l-arz” (Allah’ın yeryüzündeki gölgesi) denmiştir.

Hatırlanırsa Kuvayı Milliyecilerindin düşmanı” gösterilip öldürülmeleri için düzenlenen padişah buyruğuna, “irade-i zillullahi” yani “Allah’ın gölgesinin iradesi” denerek dinin siyasal güç kapışmasına pervasızca alet edildiği de görülür.

Türkiye’de de o büyük ve eşsiz insan Mustafa Kemal Atatürk laiklikle ve Cumhuriyet devrimleriyle aslında Tanrı ile insanı kucaklaştırdı, aracıları defetti. Tanrı ile insanları özgürce buluşturdu vicdanlarda.

Eski Diyanet İşleri Başkanı Ali Bardakoğlu tam da bu noktada, “Sünni ya da Şii din devleti girişimleri hiçbir yerde iyi sonuç vermediğinin” altını çizerek “Sünni ya da Şii bütün Müslümanlar artık görmelidir ki, tarihsel devlet formları iman konusu değildir, 21. yüzyılda iyi yönetim ancak özgürlükçü demokrasi ve hukuk devleti ile mümkündür.” der.

“YENİ OSMANLICILIK” ALGISI 

Tarihçimiz Halil İnalcıkBiz Osmanlı değiliz. Osmanlı azınlıkların üzerindeydi. Aynı şeyi biz yapalım olamaz. Biz milli bir devletiz. Osmanlı bir imparatorluktu. Sultanın hâkimiyetini kim tanırsa, tebaası oluyordu. Bu bunalım (neo-Osmanlıcılık) çok kötü neticeler verebilir” diye “Yeni Osmanlıcıları”(neo-Osmanlıcıları) uyarır.

Halil İnalcık, Osmanlı’nın yıkılış nedenleri arasında birinci neden olarak “padişahın kimseye hesap vermeyen sorumsuz otorite sahibi olmasını” gösterir ve bu durumu Osmanlı’nın yıkılma nedenlerinin başında sayar.

Kaldı ki günümüzde denetlenemez bir tekçi siyasal rejimin özendirmesi ve de Ortadoğu’da ve bölgede etkin olmanın bir kuru hayali olarak “hilafetli ve saltanatlı” bir ideolojik kılıfa sokulan “neo-Osmanlıcılığın”, Ortadoğu’da başarılı olacağını ispatlamaya çalışanlar kendi ülkemize “yıkım ve hüsran” getirmekten öteye gidemeyeceği gibi, emperyalist güçlerin “paralı askerleri” haline gelerek oradan oraya sürülen “cihatçı kiralık unsurlar”ın ülkemize oldubittilerle ihraç edilmesinin ve baş edilmez bir kaosun önünü tümden açacaktır.

ATATÜRK’ÜN KENDİSİNİ HALİFE YAPMAK İSTEYENLERE YANITLARI

            …Ve Atatürk’ün kendisini halife yapmak isteyenlere cevaplarına bakar mısınız:?

“Halifenin devlet başkanı demek olduğunu bilirsiniz. Başlarında kralları, imparatorları bulunan halkın bana ulaştırdığınız dilek ve tekliflerini ben nasıl kabul edebilirim. Kabul ettim desem, buna o halkların başında bulunanlar razı olur mu? Halifenin emir ve yasakları yerine getirilir. Beni halife yapmak isteyenler emirlerimi yerine getirebilecekler midir? Durum böyle olunca, anlamı ve fonksiyonu olmayan asılsız bir sıfatı takınmak gülünç olmaz mı?”

“Efendiler, açık ve kesin olarak söylemeliyim ki, Müslümanları hâlâ bir halife korkuluğu ile uğraştırıp aldatmak gayretinde bulunanlar, yalnız ve ancak Müslümanların ve özellikle Türkiye'nin düşmanlarıdır. Böyle bir oyuna kapılıp hayal kurmak da ancak ve ancak cahillik ve gaflet eseri olabilir.”

“Türkiye Cumhuriyeti safsatalarla varlığını ve istiklâlini tehlikeye atamaz. Bizce, hilâfet makamı olsa olsa tarihî bir hâtıra olmaktan öteye bir önem taşıyamaz. Türkiye Cumhuriyeti devlet adamlarının veya resmî hey'etlerin kendisiyle görüşmelerini istemesi bile, Cumhuriyet'in bağımsızlığına açık bir tecavüzdür.”

Atatürk’ün kendi deyimiyle “Osmanlı egemenliğinin çökme ve ortadan kalkma töreninin son evresi”ni kendi Nutkun’da Meclis’te şiddetli tartışmaların yaşandığı bir kısım mebusların hilafet ve saltanat yanlısı bir tutum izlediği gelişmelerle ilgili olarak “İslam ve Türk tarihinden söz açarak, halifelikle padişahlığın ayrılabileceğini, ulusal egemenlik makamının T.B.M.M olabileceğini tarihsel olaylara dayanarak anlattım. Hülâgû’nun, Halife Mutasım’ı asıp yeryüzünde halifeliğe eylemli olarak son verdiğini, eğer 1517’de Mısır’ı ele geçiren Yavuz, orada halife sanını taşıyan bir sığıntıya önem vermeseydi, halifelik sanının zamanımıza dek sürüp gelmeyeceğini anlattım” diyecektir.