Hayat asla bir insanın belirlediği veya belirleyeceği bir çizgide yürümez. Çünkü hayat hiçbir zaman elimizde olmayıp rastlantıların bizi nereye sürükleyeceğini veya nelerle karşılaşacağımızın bilinmezliğiyle yaşarız. Evet yaşarız. Sadece bize ait olan, bilinen kısmını yaşarız. Ya bize ait olmayan, bilinmez olanlar… İşte rastlantıların eseri olmak orada kendini bütün azametiyle ortaya çıkarır. Bazen korku, bazen kuşku, bazen keder, bazen coşku, bazen sevinç… Ancak hepsinde bir sırrın ardına gizlenmişi var. Ne yaparsak yapalım o sırrın ardındaki gerçeği ölümüne merak da etsek ulaşamayız. Belki de bütün hayatımızı o sırrı çözmeye adamaya söz veririz. Yaşanacakları merak ederken yaşanmışlığın kıyısından hüzünle geçeriz. O hüznün kırılmış lığıyla umutla beklerken umutsuzlukla yaşamaya alıştırırız kendimizi. Çünkü “insan yüreğinin çılgınlığının sonu yok.” Bu çılgınlık delirme derecesine de yükselse umursamazlıkla yapmaktan çekinmeyiz. Gönlümüzün hoşluğuna yüreğimizin sıcaklığını da katarak bilinmezliğe yürürken hem çok gururlu, hem de kendimizden eminiz. Sonrası mı? İçinden kimin bulunacağı, sonrasını düşünerek gereksiz kuruntularla kendimizi yormanın, tadımızı kaçırmanın anlamı yoktur. Rastlantıyla sürüklendiğimiz o mutluluk deryasında bulunmanın hazzıyla yaşamak en güzeli olmalı.
Birer toz zerreciği kadar hükmümüzün olmadığı bu evrende dünyanın hükümdarı olsanız neye yarar? Geçici bir hüküm ve haz gücüne dayanıyorsa ki çoğu öyledir hayatın tadına varmanız, anlamlı yaşama ulaşmanız, sırrın ardına ulaşmanız mümkün değildir. Yolculuğumuz biraz da sessizliğe, meraka, hazza, sırra yöneldiğinde ilginç, anlaşılır ve yaşanıl ıra dönüşür. Tek düze süren, kuralların ihlalinden kaçınan ve korkan, meraktan yoksun bir hayatın çekiciliğinin ötesinde katlanılmaz lığı, çekilmezliği insanın kederlenmesi için yeterli. En azından benim için öyle olduğunu düşünüyorum. Toplumun benim dışımda belirlediği ve uyulmasını istediği o sıkıcı kurallar silsilesi ruhumu karartıyor. Şu kısacık yaşam süresinde gezegende bir damlacık hükmüm, görünürlüğüm, anlamım yok iken her şeyine uymak zorunda bırakılmanın kederi, karanlığı, ruhsal işkencesi ile yaşamanın ıstırabını hissetmiyor musunuz?
Geleceği hiçbir zaman bilemeyeceğimizden orası muamma ve merak olarak kalacaktır. Bundandır gelecek hayatlar bizim dışımızda kalmakla birlikte merak edişimiz. Belki de o tasarladığımız, merak ettiğimiz geleceği hiçbir zaman göremeyeceğiz. Bir rastlantı, bir görünmez kaza, bedenimizi elimizden alan bir hastalık düşler kurduğumuz âlemin o anında bizi sonsuzlukla buluşturacak. Hayatın anlamını çözmek isterken, bizim hayat çözülüp toprakla buluşacak. Kim bilir? Hiçbir konuda böbürlenme, kibirli olma, ulaşılmaz, dokunulmaz sanma kendini. Aslında hepimiz birer hiçken niye olduğumuzdan farklı görünmek isteriz ki! Belki de insanın en büyük zaaflarından biri kibirli oluşudur.
Bu gezegene gelişimizin bir nedeni olmalı. Nüfusu çoğaltmak, sıkıntıları artırmak dışında bir amacımız olmalı. Doğum ve ölümün ortak birlikteliği vardır. İkisi de dışımızda gelişir. Değiştirme, yok sayma şansımız yoktur. Doğmamız gerektiğinde doğuyoruz ve bir gün ansızın direncimizi, isteğimizi, arzumuzu yitirdikten sonra ölüveriyoruz. Kimselerin engelleme şansı ve kudreti yoktur. Ardımızdan bir kaç günlük sızlanma, dertlenme sonrası bizden önceki milyarlar gibi silinip, kayboluyoruz. Anılarımız önce solgun, sonra silik, ardından kaybolup gidiyor. Var oluşumuzu hatırlayacak kimseler olmayacağından yok oluyoruz. Asırlar sonrası meraklı mezar kazıcılarına birer araştırma, soruşturma, bilgilenme malzemesi olarak ruhsuz ortaya çıkıyoruz. Sırrı çözmeye çalışan meraklılar için oyalanmaya dönüşüyoruz. Nedir sırrı güçlü kılan ve ulaşılmaza dönüştüren o derinlerdeki bilinmezlik. Hep bir arayıştır insanın yolculuğu. Evrenin sonsuzluğunda başka canlıların varlığı ile aramızdaki merak arayışıdır yolculuğumuz. Ve belki de ölüm sonrasının merakı, arayışıdır. Sırra ve çözüme nasıl baktığınıza bağlı.