Baran dağlarının kuzey yamaçlarından doğarak, Kızılırmak’a ulaşan Kılıçözü çayı Kırşehir’i ortadan karpuz gibi ikiye böler. Bu çay yıllar önce Özbağından ta Dinekbağının sonuna kadar, tüm bahçelerin su kaynağı idi. Bu şeritte 20 km.ye yaklaşan bağ ve bahçelerde her türlü sebze ve meyveler yetiştirilirdi. Ayrıca sulama işlerinde kullanılan göl türü su kaynaklarımız vardı. Bu küçücük göller şehrimizin genelde batı tarafındaydı. Ben Kılıçözü çayının ikiye böldüğü bu iki yakanın batısında büyüdüm. Bu yakada ağırlıklı olarak köylerden göç ile şehre gelen aileler otururlardı. Bu ailelerin ise geçim kaynağı; ağırlıklı olarak bölgedeki küçük küçük göllerden beslenen sulama ile meyve ve sebzecilikti. Yerli ailelerin ise ağırlığı doğu yakasında ikamet ederlerdi. Çocukluğumuz doğal olarak kendi bölgemiz içinde geçti. Göllerinde yüzme öğrendik, çayırlarında top oynadık. Harman yerlerinde düven sürdük, kırlarında kuzu otlattık. Yani bir çocuk o yılların koşullarında ne yapar, nasıl yaşar hepsini yaparak büyüdük. O zamanlar Kırşehir küçük bir şehirdi ve hemen herkes birbirini nerdeyse tanırdı.
Bu bizim mahallelerin olduğu batı tarafında göller vardı. Dipsiz göl, Körüğün Gölü, Kahveci oğlunun Gölü, Hırla Gölü, Şelbe Gölü, Çarıklıdan çıkıp Şalgösterenden Kılıçözü çayına ulaşan su dereleri yine sulamada kullanılırdı. Bu göller küçüktü ama faydaları çok büyüktü. Sulama işleri bir yana, Büngüldek mahallesindeki çamaşırhane, Kaya değirmeni, Bektaş değirmeni hep bu sular sayesinde işlevini sürdürürdü.
Bugün Kılıçözü çayını yularla bir ağaca bağlanmış gibi görüyorum. Kenarları beton duvarlarla örülmüş, Kentpark ile ayakları bağlanmış, çırpınıp duran bir kuş sanki. Hırla göleti bahçelere küsmüş su vermiyor sadece içinde birkaç ördek besliyor. Diğer göletler kurumuş, suları çekilip gitmiş. Buna bağlı olarak o güzelim yeşil bahçelere apartmanlar dikilmiş, dahası siteler kurulmuş, doğanın yedi tondaki yeşil rengi boz bulanık toprak renklerine dönüşmüş.
Benim derdim ise, göllerin kurumasının veya kurutulmasının doğaya olan zararlarını anlatmaktır. Bir doğa karıncası, kuşu, ağacı, suyu, toprağı ile doğadır. Bilim adamları arıların yokluğunun, evrenin de yokluğu anlamına gelir diyorlar. Çok iyi hatırlarım, kuzu otlattığımız yıllarda Hırla’da, Şelbe’de birçok ailenin arıları vardı. Ve de en doğal kovan balları üretilirdi. Şimdi bu söylediğim yerlerde o güzel bahçelerde siteler dolu. Arılar ne arayıp da bulacak buralarda.
O göller nasıl kurudu veya kurutuldu bilmiyorum. Plansız bir şehirleşme uğruna doğanın canına okunmuş, sular çekilmiş, ağaçlar budanmış, yemyeşil çayır çimen yerini siyah asfalt, beyaz badanalı binalara bırakmış.
Sevgili güzel hemşerilerim; belki dikkatinizi çekiyordur, benim haftada bir kez yazdığım notlarımda genel olarak memleketimin eski doğal dokusu, eski kültür özellikleri, gelenek ve adetlerimizi ön plana çıkarmaya çalışıyorum. Bu konudaki gerekçem de şudur: Yılda defalarca gittiğim memleketimde, hiçbir şeyi yerinde bulamıyorum. Ankara caddesinden askerlik şubesine kadar yürüsem selam verecek kaş kişi bulurum bilemiyorum. Eskiden selamlaşmaktan boynumuz ağrırdı. Tanıdık yüzler, ya göç etmiş, ya saçlar gitmiş, ya da bir çınar altında oturuyorlar.
Ben bir doğasever olarak, Devenin Muharrem’in dibi güneş görmeyen kavaklığını görmek istiyorum. Ben yüzmeyi gölünde, top oynamayı harman yerinde öğrendiğim eski Hırla’yı görmek istiyorum. Ben körüğün gölünde çimmek istiyorum. Ben saatçi Halil’in Dutluktaki kaysılarını yolmak istiyorum. Neler istiyorum neler, biraz daha canım sıkılsa Hırla’da yatan on tane aile ferdimi bile isterim. Ama sadece istiyoruz işte. İstiyoruz ama istemekle her şeyin olmayacağını da bile bile istiyoruz. Biliyorum isteklerim burada kalacak ama bu vesile ile geçmişi azıcık yaşamış olduk. Bunu da kâr sayalım.