Gecenin ilerleyen bir saatinde konuşacak, dertleşecek bir dosta ihtiyaç duyarım. Siz duymaz mısınız? En iyi dostun her zaman yanı başımda olduğunu bilmenin ferahlığıyla kütüphanemdeki kitapların birine uzanırım. Dost orada beni bekliyor, bütün saflığıyla, içtenliğiyle…

Yaşadığı geçmişin ağır yüklerinden kurtulmuş, bir kitabın sayfalarında varlığını sürdürüyor. Ne güzel de bakıyor. Deneyimlerini bana aktarmak için sabırsızlanıyor. Benim iç sıkıntılarımı, ruhi daralmalarımı, öfkelerimi, sabırsızlığımı… Fark etmiş olmalı ki; alçak bir sesle usulca “sakin ol” diyor. Kulağıma gelen sesin fısıltısında, gözlerim sayfalarda öylece bekliyorum. Acele etme, acele ettiğin, büyük dertler olarak gördüğün, çekilmez sandığın o hayatın benzerini veya benzerlerini senden önce yaşadım ki deneyimlerimi paylaşmak için buradayım. Hayatı; öfke, nefret, ihtiras, hırs üzerine inşa edersen sonu felakettir bunu unutma. Benim sana öncelikli önerim; sevgi yükle yüreğine. Sevginin ağırlığını taşıyan bedeninin yorgunluğu ortadan kalkar, huzur seni bulur.

Artık çok gerilerde, anılara dönüşen ve birçoğumuzun unuttuğu veya hiç bilmediği geçmişten bazı eski insanlarla karşılaşıyorum; hani pişmanlık duymasalar da yaşadıklarının ve yaşattıklarının burukluğunu hissettiriyorlar. Onlar adına üzülüyorum. Gelecekte bizim için de üzüleceklerin olacağını bilmenin üzüntüsüyle… Açık yüreklilikle niye o kadar doyumsuzduk diyenler de elbette var. Kitapların sayfalarına birer dip not olacak kadar değerimiz, varlığımız hatırlanmazken yaşattığımız onca acıya gerek var mıydı? Dostum anlattıkça burukça bir keyifle dinliyorum. Sözünü kesmeden, mimiklerine, bakışlarına odaklanıyorum. Ses tonundaki kırıklıkla ve kırgınlıkla sanki hiç ders çıkarmamışız serzenişini hissediyorum. Ancak; sevdasını, aşkını anlatmaya başladıkça gözlerindeki ışıltı, yüzündeki gülümseme bir başka anlam kazanıp, değişti.

Yüreğindeki heyecan sesinin titreşimlerine yansımaya başladı. Hayatını anlatıyordu. Hayatının bütün deneyimlerini eleştirel bir sözle, incelikli bir dille, zarif bir bakışla, narin bir duruşla, kırmadan dökmeden, sözcükleri incitmeden tatlı bir dille aktarıyordu. Keyif alıyorum gecenin ilerleyen saatlerinde bu sohbetten. Hiç bitmesin istiyorum. Ertesi gün için randevulaşarak ayrılmak zorunda kalıyorum. Sabırsızlıkla bekleyeceğim o saatin gelmesini… Sakın yanlış anlaşılmasın belirli ve sıkıştırılmış bir saatte ve zamanda değildir sohbetimiz. Bazen dostum benimle günlük yaşamın içine karışıyor, birlikte geziniyoruz. Onun bırakıp, terk edip gittiği, bize bıraktığı hayattan, hayatlardan ona söz ediyorum. Burukluğunu saklamadan kederleniyor. İnsan denen o varlığın mahlûkatlığını aşamamış olmasının derin hayal kırıklığını gözlerinden okuyorum. “Bilgelerin toplumunu, her şeyin üstünde tut “ diyor kulağıma fısıldayarak.

Deneme en rahat, en geniş kullanılan bir edebiyat türüdür. Her türün yazarları tarafından yazılabildiği gibi, sadece bu alanda eserler veren, bırakan yazarlara da rastlamak mümkündür. Dünya edebiyatında Montaigne, Türkiye edebiyatında Nurullah Ataç bu türün öncüleri olarak düşünülebilir. Montaigne ile birlikte deneme edebiyatın en çok kullanılan, her yazarın zaman zaman başvurduğu bir tür olmuştur.

Ben merkezli, eleştirel bakış ve sunuş denemede bireyci görünmekle birlikte sözcüklerin arasına gizlenmiş sorgulamaları ve önermeleri yakalamak önemlidir. Hedeflenen sorunun ortaya konuluş biçimi farklı tekniklerle, kısa yazılarla ortaya konur. Uzun deneme örnekleri sınırlı olmakla birlikte vardır. Ahmet Hamdi Tanpınar Beş Şehir ---Ankara, İstanbul, Bursa, Konya, Erzurum---adlı eserinde uzun denemenin en özgün örneğini sunmuştur. Deneme bazen diğer türlerle iç içe geçip farklı bir tarz olarak da karşımıza çıkabilir.

Kültürel derinlik, birikim denemeye zenginlik katacağından her kalem erbabının çiziktirmesini, yazmaya çalışmasını önermem. Birçok yazarın veya yazarlık serüvenine, yolculuğuna çıkan kişinin heveslendiği, yazmaya çalıştığı denemelerin sığlığı, yavanlığı kendisini ele verir, sırıtır. Bu nedenle derin bir birikime ulaşmadan bu türe el atılmasını yazım yöntemi olarak doğru bulmuyorum.

Samimiyetinize sığınarak yazmıyorum. Samimiyetime de aldırmayın. Nezaketli ve anlayışlı olup olmadığımla ilgilenin. Samimiyetin göreceliğine karşın nezaket ve anlayışın sahiciliğine inanırım. Her kalem erbabının kelamını sunarken, düşüncelerini paylaşırken; kendi zihninden, kendi yüreğinden, kendi ruhundan, kendi biriktirdiklerinden aktarmaya çalıştığını anlamaya çalışırım. Bundandır bir yazıyı, bir kitabı okurken yazanın iç dünyasına ulaşmayı, anlamayı yeğlerim. Sıradan basmakalıp övgü ve yergilerin dışında değerlendirmeyi doğru bulurum. Bir metni, bir kitabı yazmanın güçlüğünü en iyi yazanı bilir. Katlandığı güçlükleri, yükleri, sürüklendiği ruh hallerini tahmin edin, sonra değerlendirin. Samimiyet testinden kendinizi geçirin. Anlayışlı ve nezaketli olun. Samimi olun veya samimiyetime güvenin düşüncesi kendini beğenmişliğin örtülü dışa vuruşundan başka bir şey değildir. Bu birazda söylediklerini sürekli yeminlerle pekiştirmeye çalışan güvensiz, aciz insanın ruh haline benzer.

Yazarken samimiyetimi size sunmadan önce kendimin samimi olup olmadığına uzanıyorum. Kolay mı ulaşmak. Değil. Her türden saçma sapan eleştirileri aşacak, toplumun önyargılarını kıracak, kendi önyargılarınızdan kurtulacak, kendisine inanacak, içinden geldiği gibi sansürden kaçınarak yazacak, başkalarının haklarını gözetecek, vicdani, ahlaki duruşunu koruyacak, haksızlığa karşı sesini yükseltecek, kısaca kendisi olacak ki yazdıklarıyla güven versin. Militan bir yazımdan değil, edebi bir yazımdan söz ediyorum. Edebi yazımın nezaketinden, zarafetinden… Dehşet verici bir vahşeti yazarken de o inceliği korumanın mütevazılığı… Belki de yazmanın en büyük çelişkisi burada karşımıza çıkar. Vahşeti, dehşeti ifade edecek büyülü, nezaketli sözcüklere uzanmak. Yazarın ve yazımın mahareti burada ortaya çıkar.

Yazarken; birilerini memnun veya rahatsız etme düşüncesiyle yola çıkmıyorum. Bir edebi eserin iyi veya kötü oluşuna karar verişimiz ilgimiz ve zevkimizle bağlantılıdır. Herkesin her eseri beğenmesi veya okunan her kitabın takdir edilip göklere çıkarılması zaten söz konusu değildir. Eser nasıl ki yazarın dünyasının yansıması ise beğeni de okuyucunun dünyasının algısı ve yansımasıdır. Çünkü herkesin anlama ve kavrama kapasitesi farklıdır. “Ne Musa’ya ne de İsa’ya yaranma” diye bir derdim yok. Kendim olmaya çalışıyorum. Bütün içtenliğimle kendimi ifadeyi amaçlıyorum. Beğenilme veya yaranma duygusunun beni ele geçirmesinin sınırlandıracağını düşünüyorum. Yazımın özgürlükçü anlayışının yaratıcılığı geliştireceğine inanıyorum. Bunun bir samimiyet testine dönüşmesini ise asla istemiyorum. Gönlümden kopanları yazıyorum.