Sürekli bir şikâyet haliyle yaşarız. Her şey o kadar kötü ki! Bozuldu her şey, kadir kıymet bilinmez oldu, nerede o eski günler. Çürümüşlük, yozlaşmışlık, düşürülmüşlük..v.s yaşamımızı ele geçirmiş diye söylenip dururuz.

İnsanın olduğu her yerde; iyi kötü, doğru yanlış, yalan gerçek iç içedir. Bu doğallıktan hareket edersek, sorumluluklarımızdan kaçınmadan üzerimize düşenlerden başlayarak çözümlere katkıda bulunabiliriz. Kurtarıcılar beklemeden, birlikte hareket etme inancını ve düşüncesini içselleştirip davranmak gerektiğinden yola çıkmalıyız. Şikâyet ettiğimiz kötülük bir kişinin eseri olmayıp, kollektif bir sonuçtur. Bir tek hiçiz, birden çok her şeyiz. Sürekli bir gelişim ve değişim yaşıyoruz. Bizim dışımızda yaşam ve zaman kendi mecrasında akıp giderken değişimlerin yaşanması doğaldır. Bunların bir kısmını doğrudan hissederiz, bir kısmı ise dolaylı olarak bizi ve yaşamımızı etkiler, ele geçirir.

İnsanlık yaşamı kolaylaştırmak için muhteşem buluşlara imza atarak yolunda ilerliyor. Ancak bu yolculukta yaratılan muhteşem buluşların ve değerlerin kötülüğe alet edilmesinin sızısını da yaşıyor. Ateşi buluşu, yerleşik yaşama geçişi, toprağı işlemesi, madenleri işleyip yaşama sunması, yazının icadı, mağaralardan ilk kulübelere, oradan kerpiç evlere ve günümüzün akıllı gök delenlerine, gökyüzüne uzanan serüveni…

İnsan zekâsı ihtiyaçlarını gidermenin yolunu bulacaktır, buluyor da… Üretecek, daha çok üretecek ve tüketecek. Sorun üretim tüketim ilişkisinde değil; paylaşımda… Belki de yaşadığımız ve yaşayacağımız bütün sorunların temelinde bu ilişki ve çelişkinin boyutu, derinliği vardır. Bu ilişki ve çelişki bizi mülkiyet yapısına sürükler. Kavga burada başlıyor. Doyuramadığımız mülkü elinde tutan azınlık ile kırıntılarla yetinmek zorunda bırakılan çoğunluk. Değişim ve dönüşümün kim için, kimin yararına, kimin amacına yöneleceğidir. Tıpkı adalet, eşitlik, özgürlük taleplerinin ve yaşamdaki karşılığının kimin yararına kullanılacağı gibi.

İçi boşaltılmış ve posası çıkarılmış halde kullanıma sunulan bu değerlerin bir süre sonra anlamsızlaşması gibi. Ekonomik gücü elinde tutanın siyasi, kültürel, etik, estetik v.b. bütün değerleri elinde ve kontrolünde tutması gibi. Kavga derinlerdedir; gücün paylaşımına dayanmaktadır. Bütün şiddet araçlarını elinde tutan muktedir ve onun örgütlenmiş otoritesi insanlığın en büyük marangozluk hatası olan devlet ihtiyaç duyduğunda varlığını sürdürmek için bütün şiddet araçlarını kullanmaktan çekinmez.

Şiddetini “düzeni sürdürme, birlik bütünlüğü koruma, istikrar, hassasiyet“ palavralarıyla maskeler. Gerekirse kendi koyduğu yazılı kuralları yok sayar, rafa kaldırır. Sözlü kurallar yazılı kuralların yerine geçer. Kendisinin uyma ihtiyacı duymadığı yazılı kurallara tebaasının uymasını ister. Ayrıca en etkili cezalandırma aracı olan adaletin; tarafsız, bağımsız, adil olduğu masalıyla uyuttuğu kitlelere, ben yok hükmünde sayıyorum, ancak sen uyacaksın dayatmasında bulunur, bunu zor gücünü kullanarak uygulatır.

Benim için yazılı kurallar yoksa uymamın bir anlamı da yoktur. Benim için muktedir yazılı kurallara uymama hakkını kullanıyorsa bende o hakkımı kullanıyorum. Hiçbir adli merci’in vereceği kararların hükmü yoktur. Yok, hükmündendir, beni bağlamıyor.

İnsanlığın en büyük açmazlarından biri de; yaşamı kolaylaştıran zeki insanların emeklerini ihtirasları, tutkuları için kullanan düşük zekâya sahip olanlar tarafından yönetilmesidir. Bunun sırrını çözdüğümüzde başka bir yaşamın, yaşamların kapılarını aralama imkânımız olacaktır. Bu düşük zekâ seviyesindeki yöneticilerin insanlığa sundukları dehşet, vahşet, ölüm, kan ve gözyaşı dışında bir şeyin olmaması da en büyük talihsizliğimizdir. Belki de yozlaşmanın, çürümenin, çözülmenin temelinde bu seviyedeki yöneticilerce yönetilmenin ve onların bakış açılarının, dillerinin, söylemlerinin ve uygulamalarının derin etkisi vardır. Kim bilebilir ki!

Kan ve gözyaşı üzerine inşa edilen hükümranlığın ve iktidarın yıkılışı da acıklıdır. Zulmün sonsuzluğu da yoktur, insanın olmadığı gibi… Darağaçları, zindanlarla korkuttuğunu sandığınız ölümün sizi nerede, nasıl bulacağının bilinmezliğiyle acı ve korku yakanızı bırakmaz. Dünyayı yöneten düşük zekâ seviyeli zavallıların tarihten ders almamaları ise zekâlarına uygundur. Trajik ölümlerin yakın örneklerinden; fosseptik çukurlarına gizlenecek, çöldeki cehennem ateşinde cesetlerinin parçalarına ulaşılamayacak kadar rezilce ölümleri veya boyunlarına bağlanan iplerle sürüklenen bedenlere baktıkça tiksintiyle karışık bir acıma hissediyorum. Onların ölümlerine üzülmüyorum. Hayatın verdiği trajik bir ders olarak bakılması gerektiğini düşünüyorum. Şikâyetim onların ölümü hak edip etmedikleriyle ilgili değil, kirlettikleri insanlığı daha önce terk etmemelerine…