Kırşehir'de suya sabuna dokunmadan geçirdiğimiz ömür, düştüğü insani boşluğuyla; bizleri hayata siyasal ve politik bir refleksle bakmayı zorunlu kılıyor. Öteden bu yana, büyümenin tüm hünerleri yitmiş BİR biçimde kala kalıyoruz.

Kırşehir'de suya sabuna dokunmadan geçirdiğimiz ömür, düştüğü insani boşluğuyla; bizleri hayata siyasal ve politik bir refleksle bakmayı zorunlu kılıyor. Öteden bu yana, büyümenin tüm hünerleri yitmiş BİR biçimde kala kalıyoruz. Kayıtsız şartsız; istikrarsızlığı, ekonomik yoksunluğu, kültürel tırmanışları, üretimsizliği görmezden gelerek..
Kafalarımızın uğradığı tembelleşme; ahlaki bozulmayı, insani hiçliği, sosyolojik kırılmaları doğuruyor sonra. Kırşehir'de toplumsal büyümenin kaygısından uzak, çürüyüp gidiyoruz. Gamsızların ve keyif zadelerin ablukasında; siyasette, bürokraside, sermaye ağalığında ilerleyen bir düzenin, vicdani çukurlarına düşüyoruz. Kültürde, sanatta, Kırşehir'den Ankara'ya; gerek toplumsal, gerekse politik alanda büyümeyi kazanamıyor, yücelmenin ağını ve erdemini kuramıyoruz.
Yıllardan bu yana, Doğu Anadolu'da aynı eksiklikleri yaşayarak geldi. Van'da, Diyarbakır'da, Hakkari'de, Şırnak'ta direnerek gelen toplumsal tarih; şimdilerde eksilerek çivileniyor gözlerimize. Hem de ölümleri yükleyerek, dağ dağ. Kurşunların duvarlarını parçaladığı hane halkları, sırtlamış hayatlarını kaçıyor topraklarından; nereye, hangi soğuk ömre kaçtıklarını bilmeden. Türkçe'yi, Kürtçe'yi kardeşçe paylaştıkları sıralarından olan okullu çocuklar, bırakarak, çamurlu köy yollarını, hendeklere düşürülmüş çukurları; açlıklarını, yalın ayaklarını. Yetmedi, vedalaşmadan yüreklerini üleştikleri öğretmenleriyle. Bir hudut, bir bölge, bir halk, bir kültür, bir insanlık dağılarak savruluyor soğuk bir ülkeye. Savaşın tüm acımasızlığı geçmişin yoksunluk ve yenilgilerini bir tehdit gibi dayatarak ömrümüze. Bir ülke; bacaklarından, kollarından, yüreğinden koparılarak. Bir insan sınıfı bir bir öldürülerek, faili belirsiz kurşunların öfkesiyle.
Ülkenin, sınır ve hudutları etrafında dizilmiş anaları düşünün. Dizleri çürümüş, göz pınarları, ilikleri kurumuş anaları. Kimisinin elinde evladının acıyla titreyen fotoğrafı. Kimisinin gözleri Doğu'nun dağları ardına düşmüş. Kimisi uykusuz gecelerin nöbetinde. Cehennem gibi kavrulan ömürleri, yaralı yürekleri, Fırat'ın Dicle’ye süzülüşü gibi su toplamış gözleriyle, düşündükçe öfkemin ardına düşüyorum.
Bir yıkım Doğu'dan Batı'ya doğru hızla koşarak geliyor. Bir ömür bir bir yıkarak ülkenin papatyalarını. Kan deryası içinde; çocukları, öğretmenleri, aydınları, babaları, çaresiz anaları; ölümün o karanlık asfaltında kovalayarak. Tükeniyorum.
Töre kurşunları da sustu gayrı, o çığlıklar içindeki aşıkların gecesin de. Tadı yok, kerpiç evlerin toprak damlarında Kürtçe ağıtların artık. Kürtçe ve Türkçe yükselen o tarihsel ağıtlar, daha bir daudi gayrı; kaynar sulara düşer gibi, yok edilen bir halkın feryadında büyüyerek.
Puşisinin pamuğunda homurdanıyor bir baba, sıcak nefesiyle ısıtarak evladının ellerini. Sırtında, katillerden kaçırdığı o sıcak yatağı, diğer koluna yüklenerek somun ekmeğini. Bu hüzün katarının ardında bir anne; yüreğinin cehennemiyle sarılıyor yavrusuna; donmuş bebeklerine umudun öpmelerini kondurarak. Hansız, yolsuz, atsız ve dermansız bir ömre doğru yürüyor insanlık; bir aylık bebekler tutunarak buz tutmuş biberonlarına. Her adım da bomba ve kurşunları ardında bırakarak. Umutsuzlukları; Filistin'in, Irak'ın, Suriye’nin, Libya’nın enkazlarına düşüyor. Ülkesizlik korkuları oluyor sonra.
Hiçliğin çukurlarına düşüyoruz.