Gün geçmiyor ki, insana yapılan zulmün koridorlarından geçiyor yaşam. Sahip çıkamıyoruz birbirimize, örtemiyoruz üşüyen bedenlerimizi, köpekler gibi havlayan yaralarımızı saramıyoruz.

Gün geçmiyor ki, insana yapılan zulmün koridorlarından geçiyor yaşam.
Sahip çıkamıyoruz birbirimize, örtemiyoruz üşüyen bedenlerimizi, köpekler gibi havlayan yaralarımızı saramıyoruz.
Toplumsallaşma kavramı yenik düşüyor hayata. Birey birey kopuyoruz dal uçlarından kenetsizliğin. Rüzgârın oyuncağı olup metalik yapraklar gibi savruluyoruz; üst üste geliyor acılar, duvara çarpıyoruz, çamura saplanıyoruz, yağmurun, karın şiddetiyle dağılıp yok olup gidiyoruz. Açamıyoruz bir başka baharlarda. Ne kuşlar kalıyor avuçlarımıza konacak, ne de mas mavi bir gökyüzü kollarını açıyor üzerimizde. Kimsesiz gidiyoruz, kimsesiz bağıra bağıra, Allah’ını kitabını unutmuş bir celladın iştahıyla, kederden yarılan toprağın derinlerine gömülerek.
Bu kaçıncı tecavüz bilmiyorum. Bu kaçıncı vahşet, bu kaçıncı cehennem. Cemrenin toprağa düşüşü gibi düşüyor ana rahmine çocuklar. Cennetin yüzünü okşamanın umuduyla. Bir anneyi koklamanın, bir babayı kucaklamanın. Ellerine ve dizlerine direnirken küçük zaferlerle ayağa kalkan bir meleğin Adana’da tecavüze uğrayıp, ölüme boğulması, boğdu, öldürdü yüreğimi. Boğdu, öldürdü de; bir ben öldüremedim kötülüğünü hayatın.
Ne çok yalvarıyorum insanlara. Cennet burası. Bastığımız topraklar, soluduğumuz hava, içtiğimiz su, özlediğimiz çocuklar, çocuklarımız. İncitmeyin, ağlatmayın, zulüm etmeyin diye; büyük iniltilerle, yaban ağrılarla, güzelliği dahi hak eden ölüme karşı zalim olmadan yaşamanın gerçeğiyle.
Bugün, ekonominin sarhoşuyuz, politikanın, paranın, kredi kartlarını bir fahişe gibi yalamanın.
AKP’nin sarhoşuyuz, CHP’nin, MHP’nin, İYİ’nin, HDP’nin sarhoşuyuz.
Fantezi sarhoşuyuz, içmenin, yıllanmanın, azgınlar gibi sevişmenin, fahişelerin, pezevenklerin, sanal alemde kendimizi bulmanın sarhoşuyuz.
Ya çocuklar? Eşek kadar adamlığımıza güvenen, gözleriyle masum bir hayatı isteyen çocuklarımız. Neşemiz, sevincimiz, her şeylerimiz. San ki, bir toplum hapishanesinde yaşarcasına, içinde işkence içinde. Özgürlük akan sokaklara, çiçek kokan parklara, kitaplara, rengarenk oyuncaklara, tiyatrolara, sinemalara hasret çocuklarımız.
Ne yana baksalar karabasan bir yaşam, nereyi adımlasalar öcü masalları, nereye dokunsalar ölüm kadar soğuk duvarlar.
Ahh be yavrum! Nasıl unuturum; bir annenin toprağı yumruklayarak doğurduğunu seni?
Nasıl unuturum, o kömür karası gözlerini?
Nasıl unuturum uykularıma bir işkence gibi yürüyen o acı çığlığını?
Keşke, düştüğün yere yüreğimi düşürebilseydim!
Keşke bedenimi koyabilseydim!
Keşke ölebilseydim yerine!
Gittin o cennet kokunu da götürdün gittiğin yere, melekler eşliğinde cennetimizi de götürdün.
Acın ne ile yıkanır bilmiyorum.
Acın ne ile ölçülür?
Kim durur ardında bıraktığın anılarla?
Kim hesaplaşır celladınla, şeytanınla kimin vicdanı dövüşür bilmiyorum.
Ama biliyorum ki, gittiğinde yerde daha güvendesin.
Yoksa, yeryüzünde kimseyi koruyamaz bu adamlar.
Kırşehir’de yaşıtın okullarda çeyrek takıp, hatim indirmenin iştahıyla. Daha çok kirleterek hayatı.