Efsane Bir Öğretmen: Kel Hoca” yazımızı okuyanlar hatırlayacaklardır. Kendilerini bir hafta sonu köydeki evimizde ağırlamıştık. Hocanın eve gelmesiyle manevi bir hava hisseden annem, “Evliya diyecem de hiç öğretmenden evliya olur mu? Hadi oldu diyelim hiç kravat takar mı?” demişti. Ben de “Bu da kravatlı evliya olsun!” diye takılmıştım. Çünkü öğretmen dendi mi onların akıllarına öğrencilerini, ceplerinden çıkardıkları şekerlerle kandıran Köy Enstitülü “Allahsız-kitapsız muallimler” gelirdi.

O, “Allahsız-kitapsız muallimler”, öğrencilerin kafalarından “Din-İman-Allah” inancını silmek için türlü oyunlara başvururlardı. Bu oyunların en meşhuru “şeker oyunu” idi! Öğretmen cebinde şekerle sınıfa girdikten sonra körpecik dimağlara sorarmış:

“Çocuklar! Madem Allah var diyorsunuz o zaman gelin hep birlikte Allah’tan şeker isteyelim. Eğer Allah gerçekten varsa bu masumane isteğimizi yerine getirsin, bize şeker versin!” der.

Ortalıkta şeker görünmeyince hedefine biraz daha yaklaştığını düşünen öğretmen ikinci soruyu yöneltir:

“Hadi çocuklar şimdi de benden şeker isteyin!” der. Çocuklar hep bir ağızdan:

“Öğretmenim şeker ver bize!”

Sinsi öğretmen cebine koyduğu şekerleri pişmiş kelle gibi sırıtarak çocuklara dağıtır. Sonra da:

“Bakın çocuklar, Allah’tan şeker istediniz vermedi fakat benden istediniz hepinize şeker dağıttım. Niye? Çünkü ben varım ve bakın karşınızdayım, size görünüyorum ama Allah yok ki size şeker versin. “ der.

Bu diyalog bugün için bir replik gibi görülebilir ama bir zamanlar maalesef durum bundan ibaretti!

Annelerimiz bu hikâyeleri ya birebir yaşayarak ya da duyarak büyüdüler. Çünkü onların kafalarındaki evliya; ya çobandır, ya değirmencidir, ya semercidir, ya hamaldır ya da kendi halinde, etliye sütlüye karışmayan, dünya yıkılsa umursamayan sıradan bir vatandaştır. Öğretmen kim, evliya olmak kim?

Sizler de başlığı görünce “Başçavuştan evliya mı olur?” dememişsinizdir inşallah. Kimin evliya, kimin eşkıya olduğunu Allah bilir ama şeriat zahire bakar. İnsan yapıp ettikleriyle, fiiliyatıyla ne olduğunu ortaya koyar. Boşuna “Ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz.

Başçavuş denince hepimizin aklına askeriye gelir. Yakın zamanlara kadar askeriyede namaz kılmak bile yasaktı. Namazın bile yasak olduğu bir kurumda bırakın evliyalığı, bir şeyhten söz ediyoruz, olacak iş mi?

Evet, aklın kavramakta zorlandığı şeyler ne yazık ki Allah için tereyağından kıl çekmek kadar kolaydır. Firavun’un sarayında Musa’yı, balığın karnında Yunus’u, ateşin ortasında İbrahim’i koruyup kollayan Allah, adına “Peygamber Ocağı” denilen bir yerde, hiç kimsenin ruhu duymadan bir başçavuşu evliya da yapar, askerlere dinini-diyanetini öğretsin diye şeyhte yapar.

Asker de, dini kimliğinden dolayı sıkıntılar yaşayan biri olarak Başçavuş Şeyh tabirini duyunca annem gibi biraz afalladım ama aklıma Allah’ın el-Hafîz ismi gelince yanlışımdan çabucak sıyrıldım. Allah, koruyacağını (Hicr 15/9) bildirdiği dini için istediği yerde muhafız yetiştirmeye muktedirdir. Muhafız yetiştirirken sana-bana mı soracak? Kâh öğretmeni şeyh yapar, kâh Başçavuş’u! Bu onun için zor değildir! Bu sefer muhafızını askeriyeden seçmiştir, bir başçavuşa görev vermiştir. Bize düşen, görev verilene itaat etmektir, ebucehil gibi sorgulamak, bahaneler üretmek değildir.

Mehmet Başçavuş İle Nasıl Tanıştım?

Mehmet Başçavuş’un varlığından ilkin “Sırların Sultanı Tasavvuf sohbetleri” adlı kitap vesilesiyle haberdar oldum. Kitap 2012 tarihinde Çağrı Yayınları’ndan okura ulaşmış. İçindeki sohbetler Mehmet Efendi’ye ait. 2012’ye kadar değişik vesilelerle yaptığı sohbetlerin dokümanı olan kitabın hazırlayanı yazar Özlem Ağar.

Toplam 18 sohbetten oluşan kitap çok akıcı bir üsluba sahip. Tasavvuf, mürşit, mürit, Allah sevgisi, peygamber sevgisi, ilahi aşk, gayb meseleleri, Hızır (as) ve Allah dostlarının halleri gibi konuları ihtiva etmektedir. Sohbetlerin arasında dikkatimi çeken en önemli ayrıntı Mehmet Efendi’nin asker emeklisi bir başçavuş olmasıdır. Bunu kitabı okurken fark ediyorum. Ve daha başka başka şeyler…

Sayfalar ilerledikçe Mehmet Efendi hakkında hem bilgim artıyor, hem de merakım. Sıra dışı bir yaşamın mimarı olarak kazınıyor zihnime Mehmet Efendi. Aşk ve şevk dolu bir adam! Çok zorlu süreçlerden geçmiş ama hep başarmış ve bu başarısını da Allah’a borçlu olduğunu hiçbir zaman aklından çıkarmamış. Allah’ın koruması, evliyaullahın himmeti, nazarı ve teveccühü onun için çok önemli. Bunu da kişinin teslimiyetine, sahihliğine ve rabıtasına bağlamaktadır.

Kendilerini daha yakından tanımak için asrın bir nimeti olan Gogol’a başvurdum. Gogol bu konuda çok cömert davrandı diyemem ancak “Tasavvuf Sohbetleri” kitabıma “Aşkın Efendisi” (2013) ile ”Rütbesiz General” (2013) romanları da eklendi. Bunların da yazarı Özlem Ağar.

Kitapları birkaç gün içinde okuyup bitirdim. Daha önce okuduğum “Tasavvuf Sohbetleri” başta olmak üzere her üç kitapta birbirini tamamlar vaziyetteydi. Mehmet Efendi’nin çocukluğu, gençliği, askerliği, göreve başlayışı, disiplini, manevi arayışları, türbeleri ziyaret edişi, rüyaları, duaları, şeyh Nazım Kıbrisî’ye intisabı, emekliliği, manevi görevle vazifelendirilişi, Kayseri’ye yerleşmesi, sohbetleri ve hizmetleri başta olmak üzere bir sürü bilgiye ulaştım.

İnternetten araştırırken karşıma bir telefon numarası çıktı. Mehmet Pehlivanlı’ya ulaşmak isteyenler bu numaradan ulaşabilirler diye yazıyordu. O kadar heyecanlandım ki numarayı rehberime eklediğim halde birkaç gün arayamadım. En sonunda sanırım ocak ayının ilk günleriydi. Tuşları çevirdim. Karşıma genç bir ses çıktı. Kendimi tanıttıktan sonra konuya girdim. Çok fazla konuşamadık. “Mehmet Efendi benim babamdır. Maalesef 2020’de kaybettik” demesin mi karşıdaki ses. Kendimi tutamadım, hıçkırıklara boğuldum. Karşı taraftan birkaç kere ses geldiyse de konuşamayacağımı söyledim ve telefonu kapattım. Bir ölüm haberi karşısında ilk defa bu kadar sarsılmıştım. Makamı âli, himmeti daim olsun inşallah.

Hanım ağladığımı görünce ne olduğunu sormadan o da ağlamaya başladı. İkimizde ağlıyorduk. Ama ikimizde niçin ağladığımızı biliyorduk çünkü arkasında gözyaşı dökülecek bir adam tanımıştık. Görev yaptığı yerleri gönül gözüyle dolaşıp durdum. Köşelerden gelişini gördüm, gidişine, bakışına şahit oldum. Huzur ve güven veren, kalbiyle kalbime dokunan bir gönül ehlinin izlerine rastlamıştım. Rabbim öbür dünyada beraber olmayı nasip etsin. Biz de artık onun manevi bir evladıyız inşallah, kabul edilmek en büyük duamız.

Mehmet Efendi’nin Doğumu ve Çocukluğu

Mehmet Efendi, 4 Nisan 1959 tarihinde Kadir Gecesi’nde sabah saat 4.00’te ailenin dördüncü çocuğu olarak Kırıkkale’nin Balışeyh İlçesi’nin Kenan Bey Obası Köyü’nde fakir bir ailenin 4. çocuğu olarak dünyaya gelir. Babasının adı Halit Efendi’dir. Halit Efendi fakir ama köyün en asaletli insanıdır. Davranışlarıyla tam bir İstanbul beyefendisidir.

Halit Efendi, kırk günlük bir bebek iken babası Kurtuluş Savaşında şehit düşer. Babasızlığın hasretini kucağına aldığı bebeğiyle dindirmeye çalışan Halit Efendi, Kurân-ı Kerim’in arkasına şu notu düşer:

04.04.1959 saat 4’te, 4. evladımız dünyaya geldi. Ramazan ayının yirmi altıncı günü, Kadir Gecesi’nin gündüzü, Cumartesi!”

Oğlunun kulağına ezan okuyan Halit Efendi üç defa “Ey Mehmet Akif, Ey Mehmet Akif, Ey Mehmet Akif” diye seslenir. Kurban kesilip dağıtılır, ailenin sevinci tüm köylülerce paylaşılır.

Mehmet Efendi çabuk serpilir, boy atar, büyükten küçüğe herkes tarafından sevilen, sayılan tatlı ve zarif bir çocuk olur. Onu görenler büyümüşte küçülmüş demekten kendilerini alamazlar. Her yönüyle dikkate şayan ayrıntılarla dolu bir çocukluk geçirir. Bu ayrıntıların başında daha beş altı yaşlarındayken sokakta birlikte oynadığı arkadaşlarını sıra halinde dizip kendilerine komutlar vermesi, ezan zamanında da “hazır ol!” vaziyetinde bekletmesidir.

Yedi yaşından itibaren babasına yardım etmeye, onunla birlikte kırlara çıkmaya, koyun otlatmaya başlar. Peygamber mesleğidir diye çobanlığı çok sever. Bir gün dağda hayvanlarını otlatırken ekmeklerini suya batırarak yiyen iki çoban görür. Bu manzara karşısında çok duygulanan Mehmet Efendi çıkınındaki tüm azığını çobanlara verir. Çobanlar “Allah küçük bir çocuk eliyle rızkımızı gönderdi” diye sevinçle şükrederler.

Okul yaşına gelince köylerindeki okula kaydı yapılır. Üçüncü sınıfa kadar köyde okur. Dördüncü sınıfa geçtiği sene daha iyi bir eğitim alması için babası tarafından İstanbul’da ikamet eden evli ablası Selver’in yanına gönderilir.

Yaşı küçük ama yüreği kocaman bir çocuktur Mehmet. Ablasına yük olmamak için okul dışındaki boş vakitlerinde kâh simit satar, kâh su satar, kâh tornetle pazardan dönenlerin yüklerini taşır. Okul harçlığını kimseye muhtaç olmadan kendi alın teriyle kazanır.

Helal harama çok dikkat eden Küçük Mehmet bir gün mahalle bakkalından bir liralık bir şey alır fakat bakkalcı yanlışlıkla bir lirayı beş lira zannederek dört lira para üstünü verir. Küçük Mehmet çabucak bakkalcıyı uyarır, yanlışlıkla verilen parayı iade eder. Adam beklemediği bu dürüstlük karşısında çok mutlu olur.

Küçük Mehmet beşinci sınıfı Ankara Çubuk’ta astsubay olan dayısının yanında, Yıldırım Beyazıt İlköğretim Okulu’nda okur. İlkokuldan sonra tekrar Kırıkkale’ye döner. Ortaokulu da Kırıkkale’de okur. Çok başarılı bir öğrenci olarak hem okulda, hem de mahallede kısa sürede kendisini sevdirtmeyi başarır, çok güzel bir öğrencilik hayatı yaşar.

Ortaokulda iken katıldığı bin beş yüz metre koşusunda bölge birincisi olur. Yarışmanın sonunda beden eğitimi hocası kendisine Ankara Savaşını anlatan Bekir BÜYÜKARKIN’ın TAN YERİ romanını hediye eder. Bu hayatında edindiği ilk romandır. Romanı o kadar çok okur ki neredeyse ezberler. Bu romanla kitap okuma alışkanlığı kazanır ve hep kitap almak ister ancak ailesinin maddi durumu o günler için buna müsait değildir.

Ortaokulu bitirmeden babası Halit Bey vefat eder. Fakirliklerine bir de yetimlik eklenir. Uzun süre üzerinden atamadığı bir hüzün ile sınanır. Ortaokuldan sonra meslek lisesinde, torna tefsiye bölümüne kaydolur. Okuldan arta kalan zamanlarında ailesinin geçimini temin için manavda çalışır. İş çıkışı hem cebi para görür, hem de eve sebze getirir. O yıllar onun sıkıntılı yılları olarak geçer. Hem çalışmak, hem okumak kolay değildir Sadece bu yüzden liseden sonra çok gitmek istediği halde hukuk fakültesine gidemez. Ancak tüm sıkıntılara rağmen hiçbir zaman neşesinden ve özgüveninden bir şey kaybetmez. Onu bir kere gören bir kez daha görmek, sohbetini dinlemek ister.

Liseden sonra bir süre garsonluk, bulaşıkçılık, Makine Kimya Fabrikası’nda işçilik yapsa da gözü hep düzenli bir iş arayışındadır. Fakat tüm aramalara rağmen olumlu bir neticeye ulaşamaz. İş aramaktan yorgun düştüğü bir akşam ellerini Allah’a açarak şöyle dua eder:

Yarabbi! Eğer bir işim, bir yuvam olursa ben de ömrümü senin yolunda harcayacağım” der.

Ertesi gün gazetede kara astsubaylığı imtihanının reklamını görür ve hemen başvurur. Yedinci sıradan ilk ona girerek derece ile İzmir Narlıdere Astsubay Okulu’nu kazanır ve aynı sene nişanlanır.

Duası kabul olan Mehmet Efendi hemen okuluna kaydolur ve devlet bursuyla okur. Başarılı bir eğitim hayatı yaşar. Herkes tarafından sevilen, sayılan, danışılan bir ağabey olur. --DEVAMI EDECEK