“Yazı yazmak, ölümün elinden bir şeyler kapmaktır. Yazar ölür, yazı kalır. Gazete yazarlığında bu küçücük teselliyi bile bulamazsınız. Yazılarınız yazarından önce ölür, çünkü. Bir kum tanesi gibi düşer ve yok olur. Ertesi gün bir kum taneciği daha düşecektir. Yazdığının ölümünü görür gazete yazarı…” Bu nedenle elimden geldiğinde güncele ilişkin o kısır politik didişmelerden, çok değil birkaç gün içerisinde etkisini yitirecek ve kaybolacak eleştirel veya değerlendirme yazılarından kaçınmaya çalışıyorum. Bazen denemelerle, bazen öykü diliyle, bazen iç dökmelerle, bazen sorgulamalarla, bazen de kente ilişkin yazılarla… Haftalık bir yazı yeterlidir. Bu nedenle düşüncelerimi, hülyalarımı, hayallerimi… kitaplarla kalıcı hale getirmeye, zamanımı daha çok kitaplara ayırmaya çalışıyorum. Kitap asırlar sonrasına sarkacak en değerli mirastır.
Okumakla derdim yoktur. Çok okurdum ve halen de okuyorum. Bunu bir hobi olarak değil, zorunluluk olarak düşünüyorum. İnsanın bedenen doymasının gerekliliği gibi ruhunun da beslenmesi, doyurulması gerektiğine inancımdandır. Bazıları için anlamsız görülebilecek bu uçuk durum hayat felsefemin temelidir. Çünkü; cehalet korkuyu, bilgi ise bilgeliği ve cesareti çoğaltır. Sürekli olarak kendimizi yenilemediğimiz sürece sıradanlaşan yaşamımızla hiçbir kalıcılığımızın ve insanlığa hiçbir katkımızın olamayacağına inanıyorum. Bu nedenle içimdekileri, birikimlerimi yazıya döküp bırakıyorum. Kulağa hoş gelecek söylemlerden, ruhları okşayıcı sözlerden kaçınmaya çalışıyorum. Cehaletin egemenliğindeki toplumun ruhu yeterince okşanıyor ve her taraftan kötülük saçıyor zaten. Karanlığın içerisinde ışığı çoğaltmayı amaçlıyorum.
Tarihin ve insanlığın mutsuz zamanlar tarihi gerçeğini unutmadan bu yolculuğa keyifle çıkıyorum. Tabii ki insanları mutlu etme şansım yok, bunun bilinciyle…
Benim derdim okumakla değil, kurumlar ve kurallarla… Anarşist bir düşünce diyenlerinizin beylik laflarını ve bükülen dudaklarını görür gibiyim. Aslında her türden otoriter düşünce bana aykırıdır. Hümanist düşünce felsefemin temelini oluşturur. Sözünü asla sakınmamak gerek. Bir ölümlüyü memnun etmek için de olsa doğrudan taviz verilemez. Karşındaki kırılacak endişesiyle sakındığın her doğru yeni yanlışlara, yalanlara sürükler. Bir deyim vardır “doğrucu Davut “ misali… Bir insanın kendisine duyduğu saygının birinci şartıdır. Kendisine saygısı olmayanın kimselere saygısı olamaz. Bazen bu doğruluk dokuz köyden kovulmanıza neden olsa da yeni bir köy, onuncu köye ulaşmak her zaman mümkündür. Benim derdim ve kavgam; okunacakları kurallara bağlayan karanlık zihniyetle, nasıl düşüneceğimize, neleri okuyabileceğimize, nasıl inanacağımıza karar veren karanlığın cehaletiyle… “kutsal değerler” masalıyla her türden kötülüğün kapısından giren ve utanmazlıkları kendisinden menkul “ kutsallıklar “ ardına sığınarak sergilemekten çekinmeyen cehaletin sefaletiyle… Kötülük yeteneksizdir, kimliksizdir, acımasızdır. Sadece kendisini tanır. O tanıdığı yerde ise aydınlığı görmek istemez ve ona düşmandır.
Sıkar, boğar beni binaların görkemi veya kasvetli havası ve o binalarda karanlık odalarda hazırlanan kurallar. Solumak istedikçe soluğum daralır. Bu nedenle ne kadar az süre kalırsam ferahlarım. Uzak durmaya çalışırım, o kasvet yüklü, kibirli, tepeden bakan, küçümseyen yerlerden. Belki de gücün simgesi oluşlarındandır… ve benim her türden güce karşıtlığımdandır. Ancak; genelde o taş, beton yığınlarının içerisinde insani ruhların olmayışından veya bende o duyguyu oluşturduklarındandır. İçerisi gün boyu güneşle aydınlansa da odalar, mekânlar hep karanlık ve kasvetli…
Uzun yıllar öğretmenlik yaptım. İtiraf etmem gerekirse o soğuk binalar, katı, şaşmaz kurallar, tek tipçi düşünce beni sıkıyor, boğuyordu. Yalanlar toplamı olan resmi tarihi anlatırken sürüklendiğim ruhsal karamsarlığımı, kişiliğime ve felsefeme ihanetimi hatırlatmaya gerek yok sanırım. En aydınlık olması gereken yerde yüzler gülmüyor, gözler ışıldamıyordu. Veya en azından benim öyleydi. Bu öğretmenliğin doğasındaki sevgi yükünü kaldıramadığımdan değil, o yüzün hiçbir şekilde yansıtılamamasındandır. Sistem buna izin vermez. Kendi kişiliksiz kişilerini yaratmak üzerine programlanmıştır, siz orada bir hiçsiniz. Elinizde silah olarak, zekânın en sivri okları da olsa siz orada değersiz bir ayrıntısınız. Kurallarını sorgulamadığınız sürece, tehlikesiz bir aracısınız.
Doğal bir sevgiden çok, iş olarak, zorunluluk olarak görev yapan öğretmenlerin gözlerindeki mutsuzluğu ve mecburiyeti gördüğümde boğuluyorum. Yalnız kendi acımı değil, insanlığın acısını duyma hissinden uzaklaştırdığı için de resmi kurumlar, kurallar ve kişiler bana çekici gelmezler.
Resmi kurumlar her durumda benim için itici, ürkütücü, mesafeli, uzak durulması gereken yerler olmuşlardır. Halen giderken ürpererek ve endişeli giderim. Belki de; o katı, değişmez kurallar ve kuralları uygulayan kendisini muktedir olarak gören sıradan, asık suratlı, pardon ciddi görünümlü insanların tepeden bakışlarından dolayı ürküyor ve uzak durmaya çalışıyorum. Sizi her an içine çekip, öğütecek ve işe yaramaz bir şekilde sokağa fırlatacak duygusundan dolayı incitici ve itici buluyorum.