Aldanmak ve aldatılmak ne kadar basit ve sıradan bir deyim oldu. Çocukluğumda, yani elli yıl önce, birini aldatmaya kalkana herkes lanet okur ve ayıplardı. Ya şimdi? Aldatanı değil de aldananı ayıplıyorlar. “Yahu, koskoca adamsın, nasıl aldandın?” diyorlar. Gerçi şimdi onu bile diyecek kimse kalmadı ya…
Adam yalnız başına yaşamaktan usanmış, “Haydi bir hayat arkadaşı bulup evleneyim” demiş. Veya anne ve babası, “Ocağımız batacak, dumanımız tütmeyecek. Aman şu oğlanı bir baş göz edelim,” demişler. Bulmuşlar bir kısmetli; davul zurnayla, düğün dernekle gelin gelmiş ama kısa zaman sonra bakmışlar ki işler yolunda gitmiyor. Aldatıldıklarını fark etmişler. Meğer gelinin, babasının evindeyken bir arkadaşı varmış, gizlice zaman zaman bu arkadaşını yatak odasına alırmış.
Haydi onu göndermişler geldiği yere, yani babasının evine. Gelsin ikincisi… O da aynı hikâye, olmaz mı? Derken eve gelen gelinlerde bu alışkanlık devam edegelmiş. Peki suç kimin, kabahat kimin?
Böyle hikâyeler zamanımızda olmuyor değil. Aldanmak saflıksa, aldatmak da o kadar kurnazlık isteyen bir sanat ve meziyet. Fakat bu, toplu bir alışkanlık haline gelirse, hele hele 86 milyonluk bir ülke hep aldatılma tuzağına düşüyorsa; bunun açıklamasını veya savunmasını bu ülkeyi idare ettiğini söyleyen birilerinin vermesi gerekir.
Ne zaman uluslararası bir pazarlığa otursak, bir müddet sonra başlıyoruz yaygaraya:
“Vay bizi aldattılar, bizi kandırdılar, böyle dostluk olmaz!” falan filan…
Kapitalistliğe hevesleniyoruz, yanlarına yanaşıyoruz. Bazı anlaşmalar imzalanıyor. Bir müddet sonra farkına varıyoruz ki… Aaaa, bir de ne görelim? Bize madik atmışlar! Bu aldatılma bir değil, iki değil, üç değil! Yahu biz ömür boyu aldatılmışız, kandırılmışız da haberimiz olmamış.
Biz ne biçim aptal bir toplumuz, her önüne gelen bizi kandırmış veya kandırıyor. Son zamanlarda bir “paralel yapı”dır gidiyor. Yakınan, dövünen, bağıran bağırana:
“Bizi de aldatmışlar! Paralel yapı!”
Kim bu paralel yapı? On altı yıl boyunca bilfiil beraber oldukları, iktidar döneminden önce de uzun bir gönül birliği içinde oldukları, zaman zaman el pençe divan durdukları, elini öptükleri bir yapıdan bahsediyoruz: Güya bir tarikat, bir cemaat… Herkes bunu kabul ediyor.
Bütün seçimleri bu “paralel yapı” dedikleri, yani Fethullah Gülen grubu ile yardımlaşarak kazandıklarını ise bir türlü kabul etmiyorlar. Oysa birlikte yürüdüler bu yollarda. Mevcut iktidar, devletin bütün birimlerini tek başına ele geçirmeye başlayınca; gönül birliği içinde yürüdükleri bu yapı da kendi yaşamının devamı için bazı köşe taşlarının kontrolünü istemeye başladı. Ve elbette haklıydı! Çünkü onlar da birlikte yürümüşlerdi.
Ama “öküz öldü, ortaklık bitti” misali… İstenen makamlar, her iki taraf için de hayati önem taşıyordu. Rant paylaşımında anlaşamayınca, esas gücü elinde tutan iktidar, içerideki “paralel yapı” ile – yani Fethullahçı bakanlar ve bürokrasideki isimlerle – güç savaşına girdi. Gümrük, emniyet, yargı… Derken restleşme başladı. El ense çeke çeke bu günlere gelindi.
Yapının başı olan (eski yol arkadaşlarının ifadesiyle) Fethullah Hoca’nın arkasında duran ABD, işler karışınca hocayı garanti altına aldı. Tek sigarayı bile parasız vermeyen kadim dost(!), hocayı uçurdu, kanat uçlarını kırptı ve koruma altına aldı.
Şimdi geçmişte “biz kandırıldık” diyen devlet adamları avazları çıktığı kadar bağırıyorlar:
“Aman yetişin, bizi kandırdılar! Aman biz enayiymişiz. Dolayısıyla hepimizi kandırdılar…”
Peki, on altı yıl içinde kolluk kuvvetlerinin %70’ini kendi yandaşlarından seçip yerleştiren iktidarın “bizi kandırdılar” deme hakkı var mı? 2008’de, hatta Balyoz, Çekiç, Orak, Karagöz oyunları başlamadan önce yazdığım yazılarda bu tehlikeyi anlatmıştım.
Ortak Pazar anlaşmalarında kandırıldık…
Yunanistan’ın NATO’ya dönüşünde kandırıldık…
Kıbrıs konusunda kandırıldık…
Lozan’da kandırıldık…
Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra kandırıldık…
Parasını yatırdığımız gemileri İngiliz’e tokatlattık…
Uçakları vermediler, kandırıldık…
Yahu biz geri zekâlı mıyız?
Her önüne gelen bizi kandırıyor, her verilen söze inanıyoruz. Yoksa genimizde bilinmeyen bir kromozom mu var da farklı bir beyin yapısına mı sahibiz?
Ya Allah aşkına ya bizim anlayacağımız bir dilden konuşun ya da baştan söyleyin de sonradan yüreğimize oturmasın. Yahut da çıkıp “kandırıldık” edebiyatı yapmayın artık.
Bankalar özelleştirilir, kandırıldık.
Devletin can damarı kurumları satılır, sonra da “aman kandırıldık” yaygarası kopar.
Bu milletin enayiliğinin sırrını iyi çözmüşler.
Her konuyu çıkarlarına çevirmeyi çok iyi biliyorlar.
Otoyol yapılır, parasını başkası alır, yine kandırıldık.
Köprü yapılır, parasını başkası alır, bir de “kandırıldık parası” üste verilir.
Takdir etmemek haksızlık olur, yiğidin hakkını yemeyelim; helal olsun(!)
Yolsuzluk soruşturmasını yürüten ve “kemiğe dokununca” ayağı kaydırılan bir savcı anlatıyor:
“Yüksek mevkideki kişileri dinlememiz mümkün değildi. Fakat arkadaşlar bazı kaçakçılık ve rüşvet olaylarını takip ederken, kaçakçının önünde adeta yerde yuvarlanan bir bakana rastlamışlar. Konuşmaları bana getirdiler, dinleyince şoke oldum. Eğer bu dosyayı biraz geciktirseydik tüm deliller yok olacaktı. Çünkü yerde yuvarlanan kişi, eski bir emniyet mensubu, yıllarca valilik yapmış bir bakandı. Bir savcı olarak, bir Türk olarak bütün riskleri göze alarak operasyonu başlatma talimatı verdim. Fakat bitiremedik. Sonucu hepiniz biliyorsunuz.”
Peki burada kim kimi kandırdı?
Kararı okuyucu versin.
Hani o yakalanan paralar sizin değildi?
Hani “kumpas”tı?
Peki, neden sizin olmayan paraları faiziyle birlikte bavullara doldurup götürdünüz?
Buna da “kandırıldık” demeyin artık.
Milletin bu “kandırıldık” masalına karnı tok.
Sizi birileri kandırdıysa (ki kendiniz söylüyorsunuz),
Bu saf milleti kim kandırdı?
Her şeyi bilen sizsiniz ya…
Onu da açıklayın ki millet de öğrensin.