Vakit ikindiye yaklaşıyordu. Eli boş köylüler Müdür Mehmet'in duvarının gölgesine toplanmışlar, kendi aralarında sağdan-soldan laflıyorlar, arada yerine göre birbirleriyle şakalaşıp gülüşüyorlardı.

Vakit ikindiye yaklaşıyordu. Eli boş köylüler Müdür Mehmet'in duvarının gölgesine toplanmışlar, kendi aralarında sağdan-soldan laflıyorlar, arada yerine göre birbirleriyle şakalaşıp gülüşüyorlardı. Muzip Agoon Mehmet, eline aldığı uzun bir çubuğu damın çelenine sokup çıkarıyor, oradan çıkan tozlar da yavaş yavaş Gogu Halil'in şapkasına öğünüyordu (dökülüyordu). Bir başkası da elinde topladığı ufak taş parçacıklarını çaktırmadan arada sırada Halil emmisine rastgele atıyordu. Amaçları Gogu'yu kızdırmak, bağırttırıp, çağırttırmaktı. Bulundukları yer tozlu toprağın ve küllüğün (kül atılan yer) bol olduğu yerdi. Çabaları fazla uzun sürmedi, orada bulunan herkes yerden avuçladıkları külü veya toprağı birbirinin ağzına, burnuna, gözüne sürüyor, oradan çıkan yaşların bunlarla karışmasıyla yüzlerindeki renkler değişiyor, üst başları toza, toprağa beleniyor, çıkan tozdan göz gözü görmüyordu. Bu işte en çok zarar gören kişi Gogu olduğundan bağırtısı, çağırtısı ve ettiği küfürler ortalığı inletiyordu.
Köylünün birbirine yaptığı bu şakayı yabancı biri görse galiba bunlar dövüşüyor zannedip ayırt etmeye koşardı. Kırşehir'de şimdiki Cacabey Parkı’nın olduğu yerde Ziraat Bankası ve Belediye binaları vardı. Şimdiki Belediye'nin olduğu yer ise buğday pazarına tahsis edilmiş boş arsaydı. Köylü Pazartesi günleri burada yanında getirdiği arpa, buğday, yulaf gibi mahsulleri ile düğ, bulgur, yarma gibi şahman buğdayın taş sokuda tokmakla dövülüp değirmende çekilmesiyle elde edilen ürünleri satardı. Ziraat Bankası’nda tohum yardımı için çiftçi köylülere Pank denen para dağıtılırken, oluşan kuyrukta şakacı Karacaörenlilerden biri Gogu Halil'in arkasına tutuşturduğu gazete kağıdını ateşe verir. O anda panik, bağırtı, çığırtı ve akabinde çıkan arbede de bankada bulunan herkesin bir anda dışarıya hücum etmesiyle ezilenler olmuş, banka çevresi meraklılarca doluşmuştu. Karacaörenlilerin gülüşmelerine toplananlar şaşkın şaşkın bakıyor, öyle şaka olmaz diyorlardı.
Bir Pazar günü Karacaörenliler akşamdan köyden yükledikleri mahsullerini buğday pazarına bıraktıktan sonra eşek ve atlarını hancıya emanet edip, şehri aşağı yukarı şöyle bir gezdikten sonra buğday seklemlerinin (çuval) üzerine yatıp uykuya dalarlar. Sabah erken kalkıp Cacabey Camii yanındaki Taşlı Çeşme’de ellerini yüzlerini yıkayıp karınlarını doyurduktan sonra şimdiki Belediye binasının olduğu yerde kurulan pazarda müşteri beklemeye başlarlar. Sabahın erken saatleri olduğundan daha henüz müşteri gelmediği için onlarda birbiriyle yarenlik edip vakit geçiriyordu. Bir süre sonra ortalık güneş çıkmasıyla daha da aydınlanmış, insanlar da yavaş yavaş işine gücüne gitmeye başlamıştı. Halıcılar da getirdikleri yastık, minder, kilim gibi el dokuma ürünleri buğday pazarının kenarlarına diziyor, bir yandan da sorucu müşterilere cevap veriyorlardı. O anda pazarın buğday satılan bölümünde ortalığı bir toz bulutu kapladı. Bağırtılar, çağırtılar, gülüşmeler birbirine karışırken, toplanan vatandaşlar durumun vahametini anlamaya çalışıyorlardı.
Meğerse müşteri beklemekten sabahın ayazında üşüyen Karacaörenliler; biraz hareket edelim de ısınalım diye önceden yanlarında getirdikleri kül ve toprakları birbirine atıyor, yani kendi tabirleriyle küllemeç oynuyorlardı. Oradaki karışıklık o anda görevine giden şehrin Valisinin de dikkatini çekmiş, şoförüne arabayı durdurttuktan sonra araçta bulunan koruma polisine durumu öğrenmesi için tembih ederken, eğer dövüşü sen ayıramazsan emniyetten güç iste diye talimatlar yağdırıyordu.
Aradan beş on dakika geçti geçmedi koruma polisi gülümser vaziyette geri döndü. Eğer araçtaki adam Vali değil de bir başkası olsa polis pazarda gördüklerinden gülmekten altına kaçırabilirdi.
- Sayın Valim oradaki kalabalık dövüş değil Karacaörenlilerin kendi aralarında birbirine yaptığı şakaymış.
Vali şaşırmış, ne diyeceğini bilememişti.
- Demek gördüklerimiz şaka ha diyerek arabadan inip Karacaörenlilerin yanına vardı.
- Beni de aranıza alır mısınız, arkadaşlığınıza kabul eder misiniz derken şaşkınlığı yüzünden okunuyordu.
Akçaal Kırşehir'in, Konya ovasını andıran düzlük mü düzlük, verimli toprakları, şırıl şırıl akan çeşmeleriyle diğer köylülerin gıpta ile baktığı sulak bir arazi üzerine kurulan bir köydür. Şehrin takriben on beş kilometre güney yönünde olan bu köyde arazinin kumsal oluşundan dolayı ekinler çevre yerleşim yerlerine göre bir ay önce yetişirdi. Adeta Kırşehir'in Adana’sı diye anılır. Ekin biçmeye az bir süre kala tırpanını eline alan ırgatlar bu köye gelir, bir ağanın yanına sığınıp onun tahsis ettiği çadırlara yerleşir, biçme işi bittiğinde tekrar köylerine dönüp oradaki yetişenleri biçip yıllık yeygilerini (masraflarını) çıkarırlardı.
Her yıl olduğu gibi o yılda Karacaören köyünden Kör Mevlit, Gizirin Cüllüz (İsmail), Memiğin Topal Irza, Bidi Gaya (İreşit), Hakkı'nın Mehmet ve Hamo kendi aralarında bir grup oluşturup Şehmuz Ağa'nın Kırşehir yolu üzerinde kurduğu çadıra yerleşmişlerdi. Şehmuz Ağa, babadan miras kalan tarlaları ekip biçer onunla geçimini sağlardı. Kız evlatları o yıllarda baba malından miras almadıklarından, Şehmuz'un da babasının tek oğlu olduğundan tarlalar hiç bölünmemişti. Irgatlar akşama kadar tırpan sallar, akşam olunca da ağanın kurduğu sofrada karınlarını doyurduktan sonra çadırda gelmişten geçmişten konuşurken yorgunluktan uyuyup kalırlardı. Karacaörenliler boş zamanlarında kendi aralarında şaka yapıyor, küllemeç oynuyorlar, ama bir lezafet (lezzet) alamıyor, buna nasıl bir çare buluruz diye kara kara düşünüyorlardı. Pazar günü tarlayı erken bitirip çadıra geldiler. Bir iki şaka yapsalar da hep aynı şeyler olduğu için bundan çabuk usandılar.
Akçaal'a geleli epey zaman olmuştu. Evi ve çocuklarını canları istiyor, bunun verdiği moral bozukluğu ile birbirine somurtmaya, arada basit şeyler için bile birbirini kırmaya varan sıkıntıları oluyordu. Bunun böyle gitmeyeceğini düşünen Kör Mevlit, bir muziplik düşünerek çadırın içerisine bir iki şeker torbası tozlu, kumlu toprak doldururken diğerleri de onu ilgiyle izliyorlardı. Meraklı arkadaşlarına planını olduğu gibi anlatırken sabah olacaklara daha şimdiden gülüşmeler arasında derin bir uykuya daldılar.
Pazartesi günü atına, eşeğine binen Akçaallılar sabah daha gün çavmadan (çıkmadan) satmak için yanlarına aldıkları tuluk peyniri, çömlek, yağ, süt, yoğurt, yumurta gibi çabuk bozulabilecek ürünleri bir an evvel şehirde kurulan pazara yetiştirmek için acele acele evden ekmeğini dahi yemeden yola çıkmışlardı. Kafayı çadırdan dışarı uzatan Kör Mevlit, gelen kalabalığı görünce arkadaşlarına bir işaret yaparken herkes rolünü anında üstlendi. Güya Gizirin Cüllüz ölüyor, orta yerde yatarken sözde kardeşi Kör Mevlit, ağıdın birini yakıp bitirirken diğerine başlıyordu.
“Aslan gibi gardaşım, deveyi yıkan gardaşım, şöyle soylu, böyle babayiğit gardaşım” diye dışarıdan geçenlere duyulacak şekilde bas bas bağırıyor bir yandan da gözünün ucuyla da geçenlerin tepkisini görmeye çalışıyordu. Ölünün etrafını çevirenler hem acıyla dizlerine vuruyor, hem de içeri biri girecek mi diye çadırın kapısına bakıyorlardı. Sesleri duyan birinci grup işleri acele olduğundan yollarına devam ederlerken bir yandan da, “Vah, tüh, pek gençmiş (ağıt öyle diyor). Keşke onlara yardımcı olabilseydik” diye çaresizlikle birbirine bakıyorlar, ellerinden bir şey gelmediği için üzülürlerken her şeye rağmen yollarına devam ediyorlardı.
Birinci gruptan eli boş çıkan Karacaörenliler az buçuk üzülseler de ikinci grup köylüleri görünce sevindiler. Hemen harekete geçip bu kez daha hızlı bir şekilde hep beraber koro halinde ağıta başladılar. Seslerinin gürlüğü gidenlerin dikkatini çekmiş baktıkları delikten netice alacak gibi olmuşlardı. Hızlı hareket eden köylüler yavaşlamış, bir kısmı yolumuza devam edelim derken, bazı vicdan sahipleri de yağsı, yumurtası batsın, çadırda ölü varken şimdi onların sırası mı diye ellerindekileri yere bırakıp çadırın kapısına yönelirlerken hem ağlayan, hem de dışarıyı gözetleyen Kör Mevlit, çadırın araladığı kapısından merakla içeri süzülenleri hızla kolundan tuttuğu gibi içeri çekiyor, hazır kıta tetikte bekleyen arkadaşları da önlerinde duran toprakları bunların üstüne savururken çıkan tozdan göz gözü görmüyordu.

Küllemeç oyunu ortadaki toprak bitinceye kadar devam etmiş, fırsatını bulup çadırdan kaçan Akçaallıların küfürlerine, Karacaörenlilerin kahkahaları karışıyordu. Çadıra girmeyen diğer köylüler oradan üstü başı toz-toprak olmuş, adeta tanımakta güçlük çektikleri arkadaşlarına hangır hangır gülerlerken, elin ölüsünün, dirisinin haltını karıştırmak size mi kaldı diye kızıyorlardı.

NOT: Öyküleri şahısları küçük düşürmek mirasçılarını rencide etmek için yazmadım.