Acılar insanı kanatır. Sonra ise sağaltır. Öyle olmasaydı acılı coğrafyaların insanları daha üretken olur muydu edebi, sanatsal anlamda… Edebiyatın ve sanatın tarihine baktığımızda en kalıcı eserler; açlık, savaş, kargaşa dönemlerine ait olmuştur. En unutulmaz, efsanelere dönüşen aşkların da bu acılı coğrafyalardan çıkması bir tesadüf değildir. Yaşamın güçlüklerinden akan sözcükler yolculuklarında en kalıcı ve dokunaklı hikâyeleri barındırırlar. Her insanın bir hikâyesi, her hikâyenin de birçok kahramanının olması gerçeği saklıdır. Bu hikâyelerde geçmişin izlerini sürüp sağlam bir gelecek inşa edebiliriz.
Geçmişe her yolculuk yüzleşmeleri bağrında taşırken hüzünleri dağıtırken, geleceğe umut olur. Her yüzleşme arınmanın yollarını açarken, insanlaşmaya katkı sunar. Bizim temel sorunumuz; benliğimizin üzerine inşa ettiğimiz, dokunulmaz kıldığımız, kutsadığımız geçmişin kirlerini görmeme, üzerini örtme, yok saymaktır. Suçu hep başkalarına atarak kendimizi aklama isteğimizdir.
Bu coğrafya kanlı, bu coğrafya kirli bir geçmişe sahip. Yani tarihsel sabıkalı. Bu coğrafya barışa hasret. Bu coğrafya barış güvercinlerine de tahammül etmez, yaşamları pamuk ipliğine bağlı, kefenleriyle gezer, yaşarlar. Bu kandan, bu kirden payımıza düşenden kurtulmanın tek yolu yüzleşmekten geçer. Dikensiz gül bahçeleri yaratma derdinde değilim. Ancak yaraların kanamaması, acıların azalması için yüzleşin diyor içimdeki ses. Fısıltıya dönüşen bu ses içimdeki ateşi yakıyor ve her an patlamaya hazır bir volkan misali kaynıyor. “Geçmişin kaybını ancak gelecek ile telafi etmek mümkündür.”
Bu memleket soğuk ve o soğukluğuna ruhsuzluk eşlik ediyor. Her hatıra keder olarak yüreğe oturuyor. Neden sorusunu sormanın anlamını yitirdiği bir zaman tünelinin karanlığından akıp geliyoruz. Tünelin çıkışı alaca, bulanık puslu karşılıyor bizi. Işığın solgunluğu canımı acıtsa da geçmişten hatıra olarak kalan pay bu diyor, teselli bulmaya çalışıyorum. Gözlerime sis olarak inen görüntü boğazıma yumru olarak oturuyor. Hatıralarımızdaki küçük güzelliklerin ve geleceğe ilişkin umutların bile birileri tarafından kirletilmesindeki hoyratlığı anımsamak içimi acıtıyor. Neden sorusu sık sıkboğazımda düğümleniyor.
Aslında amacım karamsar tablolarla sizi ruhsuz hale getirip umutsuzluğa sürüklemek değildir. Ancak nedense o garip geçmiş duygusu peşimi bırakmıyor. Yaz yaz ki erinleşmesin, yaraya dönüşüp seni esir almasın diyor içimdeki ses… Çok öfkeli, çok kızgın bir dille, saldırgan bir üslupla yazdığımı düşünenleriniz olabilir, olacaktır, biliyorum. Ancak bu kadar hoyratlığın, düşmanlığın, inkârın, infazın, haksızlığın, zulmün, zalimliğin yaşandığı bu coğrafyayı hiçbir şey olmamış gibi aklamak ahlaki, vicdani olarak beni huzursuz eder. İnsan olma duygumu yitirmeme yol açar.
Yaşanan şiddet, savaş, ölüm geçmişin acı hatıraları olarak birer hikâyeye dönüşse… Kaçacak yerimiz, sığınacak mekânımız kalmamışken, sanki yaşananların sorumlusu bir başka gezegenin varlıkları gibi iyice duyarsızlaştık. Sessizleştikçe, içimize kapandık, gözlerimiz ve gönlümüz kararıp utancı unuttuk. Kötü bir düş halinin sersemliğiyle umursamaz olduk. Hâlbuki bu gezegende yaşanan her şey gerçek. Çocukların ölümü gerçek. Annelerin acısı gerçek. Müdahil olmayan sessiz çoğunluğun varlığı da gerçek. Gerçeğin tam ortasındayız. Spartaküs’ün özgürlük savaşçılarının kıyımının filmini izler gibi öylece sessiz bir hikâyenin izleyicileri gibiyiz. Bir zamanların sanalı, bilgisayarların oyunu olmaktan çıkıp evlerimizin gerçeği oldu. Ancak nedense ruhlarımız duyarsız, vicdanlarımız körelmiş ve öylece seyrediyoruz. Bu sadece korkulardan kaynaklı bir izleyiş olmamalı. Bu biraz da duyarsızlığımızın eseri olmalı… Korkarım ki gelecekte izleyicisi olmayan kurbanlar olacağız. Vicdanımızı yitirdikçe acılarımıza ortak olacak, miras bırakacağımız kimsenin kalmayacağı endişesindeyim. Neslimizle utancı yitirmişken, utancımızı gelecekte hatırlatacak kimse kalmayacak.