1

          Her gün acıların yaşandığı bu memleket, acı dışında miras bırakmıyor. Her sabah uyandığımızda olağandışı olup olağanlaştırılan acıların yüküyle, can sıkıntısıyla, sarsıntısıyla karşılaşacağız diye artık kaygılanmaktan da vaz geçtik. Normalmiş gibi, bize çok dokunmasa da yaşananlara arada kaşlarımızı çatıp, dudaklarımızı bükerek, göz ucuyla bakar hale geldik. İçimizi acıtsa da gerçek böyle… Birçok duyarlı insan için olağan yaşam unutulmuş durumdadır. Sıradan insan, suya sabuna dokunmayanlar için hayatın anlamı sınırlı olduğundan sorun da yoktur. Ancak şu gerçeğin altını kalınca çizmekte yarar var ki; hayat hep birilerinin istekleri ve arzularıyla çizilen kurallarla sürdürülürse çok sıkıcı ve anlamsız olur.

        Her insanın kendisine ait bir amacı ve ütopyası olmalıdır ki sevgisini çoğaltsın. Çoğaltılan her sevgi acıları azaltır. Paylaşıldıkça acı, sevgi tomurcuklarının filizlendiğini görürsünüz. Garip olan o sevgi tomurcuğuna tahammül olmayışıdır. Her şeye, hatta ne kadar sevgi sunacağınıza da, ne kadar acı çekeceğinize de ben karar veririm diyen ceberutlar, zalimler hayatları ziyan etmekten, zindana çevirmekten çekinmiyorlar.

      Üzerimize ağır bir umutsuzluk havası çökmüş durumda. Zaman mı, olaylar mı, mekânlar mı bu umutsuzluk dalgasının içerisine bizi aldı, şimdilik bilemiyorum. Ancak her umutsuzluğun kendi içinde sızıntı biçiminde de olsa bir umut barındırdığına inanıyorum. İyimserliğimi hiç yitirmeyişimin altında o küçük umudun varlığını hissetmemdir belki de… Kendimizi bulacağız, kendimizi anlatacağız elbette… O cesur zamanlar da olacaktır. İnsanın ruh halinin bazen bocalamasının tedirginliğini yaşasam da insanın bir gün kötülükleri sorgulayacağına inanıyorum. Bastırılmış düşlerimizin, ütopyalarımızın bir gün kendiliğinden ortaya çıkıp göz kırpacağına da… Ölü toprağı dediğimiz şey üzerimizi hep örtemez ki! Rüzgâr savurur, yağmur aşındırır, güneş ufaltır, toprak incelir, içindeki cevher ortaya çıkar. Sessizce kabulleniş, ölüm rüyasına dalış olanı benimsemek anlamı taşımaz. Sessizliğin çığlığı da içinde barındırdığı yeter, yeter haykırışlarını duyar gibiyim.

       Boyun eğerek sessizliğini çoğaltan kişi isyan biriktirir. Bu isyan ansızın volkan misali patlar. Etrafını aydınlatırken; zalimin zulmüne de ulaşır. Zalim; o öfke, o patlama karşısında can derdine, kaçacak bir yer, bir sığınak telasına düşer. Belki de sessizliğin içinde barındırdığı, beslediği ve hep diri tutmaya çalıştığım o umudun tomurcuğudur beni yaşama bağlayan.

       Dünya o kadar rezil bir yer ki! Öyle olmasına rağmen halen güzel, iyi şeylerin yapılacağına duyduğum inanç insanın mayasındaki vicdanın ölmeyeceğine, hiç olmasa bütün insanlarda ölmediğine olan inancımdandır.

      Ağır yaralar da alsak, kalplerimiz parçalanan bir ayna misali parça parça da olsa yaşama tutunmak zorundayız. Meydanı; sırtlanlara, çakallara, kekliklere bırakmamak için onurlu duruşu, omuzlarımız çökmüş de olsa, boynumuz bükük de olsa göstermek zorundayız. İnsan soyunun hepsinin soysuzlaşmadığını, küçük bir ışık, sızıntı biçiminde miras bırakmak zorundayız.  Çünkü sevdayla var olmak için yaşamalıyız. O sevdanın hüzünlü de olsa gözlerine, solgun da olsa yüzüne, durgun da olsa dudaklarına bakarken umudun tükenmediğinin inancı olunca aşılmayacak engel yoktur.

      İnsanın; en katlanılmaz, en umutsuz, en çilekeş anlarında da sevda türküsünü hep söylemesi gerektiğine, umudun kırıntılarına da olsa tutunması ona yaşam sevinci, azmi, direnci kazandırdığını biliyorum. Sevda her türden zulmü alt eder. Sevgiliye sevda, inanca duyulan sevda, idealleri besleyen sevda… Sevdalarla direnç kazanır insan.

       Hayat çok gariptir. Kimin ne zaman, nereye, nasıl savrulacağının bilinmezliğiyle bizi bazen de kendisine mecbur eder. Bir mahkûmla bir gardiyanın ilişkisinin ve varlığının pamuk ipliği oluşu gibi… Hangisinin tutsak, hangisinin özgür olduğunu belirleyen konumları olmayıp inançları, düşleri, umutları ütopyalarıdır. Bedensel tutsaklıkla ruhsal tutsaklık arasındaki farkın ayrımında değilsek, zaten bir hiçiz. Hiçliği yaşayan insanın varlığı da hiçtir. Amaçsız olup, rotasını şaşıran gemi misali hangi buz dağına, ne zaman çarpacağı da bilinmez.

     Sözcüklerin acıyla karışık zehir gibi akmasından kaçınıyorum. Özgünlüğün ve özgürlüğün en korunması gerekenin, yazdıklarım olduğunu düşünüyorum. Yazdıklarımda hakaretten, suçlamalardan, aşağılamalardan özellikle uzak durmaya çalışıyorum. Dilin; sadeliğine, inceliğine itina gösterip zenginleştirme derdindeyim. Can sıkıcı, can acıtıcı da olsa bazen yazılanları gözden geçirip hissediyorsak da kendimi değerlendiriyor, ifade etmeyi amaçlıyorum.