“Herkesin mâlûmudur.. Pek ünlü bir çoban hikâyesi vardır. Bu çobanın adı Hasan, Hüseyin, Turhan, veya Süleyman olabilir… Adı mühim değil… Yaptığı işlerle, karıştırdığı haltlar önemli.

İyi niyetli bir sürü sahibi, bu çobana koca sürüsünü teslim eder… “Bu sürü sana emanet… Sütüne kalmış. Ben tarlalarımla meşgulüm. Sen sürüyü götür, güt, gün dönünce getir ağıla koy. Haydi Allah kolaylık versin!” der.

Bizim çoban, sürüyü bir iki gün gütmüş, sonra bakmış ki, koyunların ardını arayan yok, kendisine pek güvenen sürü sahibi her şeyi onun sütüne bırakmış, başlamış hinoğlu hinliğe…

İlk ağızda sürünün birkaç koyununu götürüp babasının malı gibi emmisine armağan etmiş. Devrisi gün, birkaç tanesini başka bir yakınına hibe etmiş. Bu böyle devam edip gitmiş… Bizim çoban koca sürüyü birkaç hafta içerisinde tarümar etmiş, akrabasına, yakınına, hısımına peşkeş çekmiş, tüketmiş.

Bir de bakmış ki, koskocaman sürüden geriye kala kala cılız bir koyun kalmış… “Eh oldu olacak.” Deyip onu da bir güzel kesmiş, oturup yemiş. Sen sağ ben selâmet.

Sürü sahibi nihayet işi anlamış… Çekmiş çobanı kenara… “Yahu sen ne halt ettin… Nerede koskoca sürü?” demiş.

Çoban suspus. Dağda taşta ses var, onda yok.

Sürü sahibi ne yapsın, “Allah’ından bul” demiş, huzurundan kovarken de, masanın üzerindeki bir bakraç yoğurdu kaldırıp bizim çobanın başından aşağı geçirmiş.

Çoban, tepesinden aşağı yoğurt dökülüp yüzü gözü bembeyaz kesilince, kapı önünde ellerini açmış havaya, “Çok şükür..” demiş, “Bu işten yüzümün akıyla sıyrıldım.”

**

Vahi̇t Doğan Köşe Foto-1

AZİZ OL!

Üsküdar’da, hazırcevaplıkla tanınmış olan Aziz Efendi bir gün eşeğine binmiş, köşkünden çarşıya doğru gidiyordu. Hüdai dergâhından çıkarak Doğancılar’a doğru giden Şair Kâzım Paşa ile karşılaştı. Her vakitki gibi lâtife yapmak isteyen Aziz Efendi, eşeğine hitapla:

--- Öp Paşa babanın elini!

Deyince Kâzım Paşa elini hemen eşeğin ağzına doğru götürdü ve sonra da gülerek:

--- Aziz ol! Dedi.

Paşanın nüktesine bayılan Aziz efendi eşeğini sürüp giderken kahkahası etrafı çınlattı. 

***

Meşhur Arap şairlerinden İbnü'r Rûmî’nin iğneli dilinden, kuvvetli hicivlerinden bıkan, Halife Mutedi’nin veziri Ebülhüseyin onu bir gün evine davet ederek, ziyafette ikram ettiği şerbetle zehirletiyor. Bir müddet sonra zehirlendiğini anlayan zeki şair, kurtulmak çarelerini aramak için ayağa kalktığı sırada, vezir alaylı bir eda ile soruyor:

--- Böyle birdenbire kalkıp nereye gidiyorsun?

--- Göndermek  istediğin yere…

--- Öyle ise babama selâm söyle…

Şair büyük bir hiddetle:

--- Cehenneme uğrayacak değilim!

Cevabını verir.

[Kaynakça: Hiciv ve Mizah Edebiyatı Antolojisi, Hilmi Yücebaş, 1976]

***

Saklı Kalan Şiirler köşemizin bu haftaki misafiri 17. Yüzyılın ikinci yarısında yaşayan Kazak Abdal, Romanya Türklerinden bir Bektaşi şairidir.

Ormanda büyüyen adam azgını

Çarşıda pazarda insan beğenmez

Medrese kaçkını softa bozgunu

Selâm vermek için kesan beğenmez

Elin kapısında karavaş olan

Burnu sümüklü gözü yaş olan

Bayramdan bayrama bir tıraş olan

Berbere gelir de dükkân beğenmez

Âlemi ta’neder yanına varsan

Seni yanıltır bir mesele sorsan

Bir cim çıkmaz eğer karnını yarsan

Camiye gelir de erkân beğenmez

Dağlarda kırlarda gezen bir yörük

Kimi tımar sipah kimisi bölük

Bir elife dili dönmiyen hödük

Şehristana gelir ezan beğenmez

Bir çubuğu vardır gayet küçücek

Zu’m-u fasidince keyf getirecek

Kırık çanağı yok ayran içecek

Kahvede fağfuri fincan beğenmez

Yaz olunca yayla yayla göçenler

Topuz korkusundan şehre kaçanlar

Meşe yaprağını kıyıp içenler

Rumel’ Yenicesi duhan beğenmez

Kazak Abdal söyle bu türlü sözü

Yoğurt ayran ile hallolmuş özü

Köyden şehre inse bir köylü kızı

İnci yakut ister mercan beğenmez.

--- Dertlerinizin hepsini şu deftere not ettim, çare bulmağa çalışacağım!                 --- Fakat ömrünüz yetmez bayım!                                --- Merak etmeyin, bir oğlum, iki torunum var!..      [Karikatürist Cemal Nadir, 1945 yılı]