Mustafa Kemal’in Samsun’a çıktıktan sonra karşılaştığı bir olay, bitmeyen savaşların halkın içinde bulunduğu çaresizliğin adeta bir belgesi niteliğindedir. Mustafa Kemal ve arkadaşları Samsun’dan çıkıp Havza’ya giderken yolda çift süren bir köylü görürler, işte bu çiftçi ile Mustafa Kemal Paşa’nın aralarında geçen şu konuşma, ülkemizin içinde bulunduğu durumu yansıtan çarpıcı bir örnektir. Mustafa Kemal Paşa
    -Hemşerim! Düşman Samsun’a asker çıkaracak. Belki buraların hepsini ele geçirecek. Sen ise rahatça, toprağı sürüyorsun? 
    Köylü
    -Paşa, Paşa! Sen ne diyorsun? Biz üç gardaştık, iki de oğul vardı. Yemen’de, Kafkas’ta, Çanakkale’de hepsi elden gitti. Bir ben kaldım. Ben de yarım adamım. Evde 8 yetim ile üç dul kalmış kadın var. Hepsi benim sapanımın ucuna bakarlar. Şimdi benim vatanım da, yurdum da, aha şu tarlanın ucu. Düşman oraya gelinceye dek benden hayır bekleme...
    Mustafa Kemal’in ve arkadaşlarının bu olayda tanık olduğu gibi halk çaresizdir, bitkindir ve yorgundur, halk sadece yaşam mücadelesinin derdindedir.                                                                                                                  
    İşte bu halkın bu yoksulluktan ve çaresizlikten kurtulması için eğitilmesi gerekiyordu, bu görevde devletindi. Eğitim toplumsal hayatın uygarca yaşamın kısaca her şeyin temeliydi.                                                                                          
    Anadolu halkının bu durumunu bilen dahi lider Atatürk’ün kılavuz edindiği temel ilke; Bilim ve akıldı. Ölürken de çok sevdiği halkına vasiyeti buydu; ‘’Ben sizlere hiçbir doğma bırakmıyorum sizin tek yol göstericiniz; Bilim ve akıl olacak’’ diyordu.                                                                                                                                
    Atatürk Cumhuriyet kurduktan sonra hep bu yolu izlemiştir. Ankara Cumhuriyet’in ilanından 16 gün önce başkent ilan edilmişti. 25 bin civarında bir nüfusu vardı her türlü şehir planlama unsurlarından yoksundu, bataklıkları olan, toz fırtınaları ile tanınmış, ağaçsız bir Anadolu kasabaydı.                                                                                                                            
    “Başkent” sıfatına uygun bir hal alabilmesi için şehrin hazırlanması gerekiyordu.                                                                                                          
    Ankara’nın 1923 sonrası gelişiminin başarısı, büyük ölçüde rejimin başarısı ile özdeşleşmiş, modern, çağdaş, yeni ve örnek bir şehir kurmak amacı doğrultusunda çabalar başlatılmıştır. Atatürk Ankara’nın İstanbul gibi sokaklarında iki at arabasının geçemediği plansız bir şehir olmasını istemiyordu, planlı ve düzenli bir şehir olmasını istiyordu. Onun içinde yine kılavuzu bilim olacaktı. 1928 yılı içinde, Berlin Kent Planlama Yarışması’nı kazanmış, Prof.Dr. Hermann Jansen ve Fransız Hükümeti baş mimarı 
    Prof. Jausseley arasında Ankara Nazım İmar Planı için bir yarışma düzenler. Gelen planları Mustafa Kemal Atatürk’ün de inceler ve Jansen’in hazırladığı Ankara imar planı 23 Temmuz 1932 tarihinde onaylanarak yürürlüğe girer, Jansen Planı, toplum öncelikli bir plandı. Ankara’daki konut sorununa ve işçilerin yerleşim alanlarının nasıl olacağına önem veriliyordu. Dönemin politikalarına bakıldığında Jansen’in insan öncelikli projesinin seçilmesinin nedeni anlaşılıyordu.
    Atatürk yeni çalışmalarında bilimi kendisine kılavuz edinmişti, eğitim konusunda aynı yolu izler1924 yılında halkı eğitmek için dünyanın en ünlü eğitimcilerinden biri olan John Dewey’i Ankara’ya davet eder. Anadolu halkını inceleyen John Dewey’i ülke nüfusunun yüzde 80’inin köylülerden oluştuğunu, onun için eğitimin, tarım kesiminin ekonomik yaşamı ile birleştirilmesi gerektiğini savunan raporu Atatürk’e sunmuştur.  Atatürk’e göre bir millet savaş meydanlarında ne kadar parlak zaferler elde ederse etsin o zaferlerin kalıcı sonuçlar vermesi ancak eğitimle mümkündü, kurtuluş savaşı sonrası Ruşen Eşref ve Yakup Kadri’ye şöyle der; Asıl savaş şimdi cehalete karşı başlıyor.
Cumhuriyetin ilk yıllarında Gazi Mustafa Kemal’in özel daveti ile Türkiye’ye gelen John Dewey’in hazırladığı raporda; Kitaba deftere dayalı öğretim yerine “iş için, iş içinde eğitim” ilkesi uygulanmasını tavsiye ediyordu. Nüfusumuzun büyük çoğunluğu köylerde yaşıyordu, öncelikle köylülerin eğitilmesi gerekiyordu. Köy Enstitüleri’nin kurulmasını sağlayan temel neden; yüzyıllarca ihmale uğramış köy insanına, kendi yazgısını değiştirecek bilgi ve beceriyi kazandırmaktı. Asıl amaç, köyde yaşayan insanların eğitilmesi ve üretime katılmasıydı, okur-yazar olmayan bir toplumla Cumhuriyeti çağdaş uygarlığa ulaşamazdı. Köy Enstitüleriyle bu eksikliği gidermek için kurulmuştu. Atatürk’ün hayal ettiği gibi daha sonraları köyden çıkan bu çocuklardan hem Türkiye’yi, hem de dünyayı aydınlatmak isteyen idealist gençler çıkacaktı; Sanatçı, milli sporcu. Bilim adamı ve dünya çapında eğitimciler burada yetişecekti.                                                                                                                                                                                                                                                                   
    John Dewey, Pragmatizmin(faydacılık) akımının kurucularındandır, bu felsefi akım özellikle ABD ve İngiltere’de doğmuş ve yaygınlaşmış ve toplumun yaşam felsefesine dönüşmüştür. Eğitimi ve ekonomiyi derinden etkilemiştir. Felsefede faydacılık ‘’iyi’’ ve ‘’doğruyu’’ tek gerçek olarak kabul eder. Fakat ‘’iyi’’ ve ‘’doğru’’ gibi kavramlar rölatif (göreceli) olduğu için, neyin iyi ve doğru olduğunu tespit etmek için çoğunluğa bakılmalıdır. Buna göre çoğunluk tarafından faydalı olan iyi ve doğru kabul edilmelidir. Pragmatizm, tüm eylem ve bilgilerin sağladığı fayda açısından değerlendirilmesi gerektiğini öne süren felsefi akımdır. Uygulamacılık ve faydacılık adıyla da bilinir. Metafiziği ve idealizmi reddettiği için materyalizm ile doğrudan ilintilidir. Faydacılıkta bilginin sağlaması doğruluk üzerinden değil yarar üzerinden yapılır. Enformasyon akışı içindeki bir bilgi pratik bir fayda sağlamıyorsa yanlıştır. Bilgi, temelinde hakikat barındırmıyor fakat fayda sağlıyorsa o bilgi doğru kabul edilir. Felsefe tarihi boyunca birçok tartışmaya yol açan yararcılık, Ampirizm akımından etkilenmiştir. Bu anlayışa göre doğru bilgiye ancak deneme yanılma yöntemiyle ulaşılabilir. Bireycilikten çok toplumsallığa önem veren Pragmatizm’de toplumun çıkarı her şeyin üstünde tutulur.
    Pragmatizm Nedir?                                                                                                      
    Pragmatizm, ‘’Pragma’’ kelimesinden türetilmiştir ve ‘’yarar, çıkar’’ anlamına gelir. Pragmatistler tüm olay ve olgulara ‘’ne işe yarar, ne fayda sağlar’’ gibi sorularla yaklaşır. Bu noktada pozitivizm ile de benzerlikler gösterir. Pozitivizm gibi ilerlemeci bir anlayışa sahip olan faydacılıkta, önemli olan kavramlar ve teoriler değil, pratik uygulamalardır. Toplumların ve devletlerin ilerlemesi için, geleceğe yatırım yapmalı ve faydasız ve anlamsız kavramlardan kurtarılmalıdır.
    Atatürk, bu raporu uygulamaya dönüştürmesi için Cumhuriyet tarihinin en değerli eğitim bakanlarından bir tanesi olan Mustafa Necati’yi görevlendirdi. 
    Fakat bu değerli eğitimcimiz henüz 37 yaşında, 1929 yılında vefat etti.
    Böylece Atatürk’ün hayal ettiği eğitimin gerçekleşmesi gelecek yıllara kalacaktı.
    Çünkü çözümlenmesi gereken pek çok sorun vardı.                                                         
    Köy Enstitüleri Yasası, ancak 17 Nisan 1940 yılında çıkarılabildi.
    Milli Eğitim bakanı Hasan Ali Yüceldi, Atatürk’ün Yücel’le ilginç bir tanışma hikâyesi vardır;                                         
    1930 yılında “Serbest Cumhuriyet Fırkası”nın dağılmasından sonra ilk gezisini Samsun’a yapar Hasan Ali Yücel Samsun Belediye Başkanı “Serbest Cumhuriyet Fırkası”nın adayı olarak seçilmiştir.                                                                                 
    Atatürk, bir yemek sırasında belediye başkanına:
    “Dağılmış olan bir partinin belediye başkanı olarak tabiidir ki yerinizde kalmaz, istifa edersiniz” sözüne karşılık, Hasan Ali Yücel:
    “Ben, vatandaşın oyları ile iş başına geldim, ancak onların oyları ile giderim” yanıtını verir.
    Atatürk, yanına aldığı yeni insanları konuşturarak deniyor, tartıyordu. Sıra Hasan Ali Yücel’e gelmişti.
    Atatürk sorularına şöyle başlar:
    – Hasan Ali Beyefendi, siz felsefe okumuşsunuz, okutmuşsunuz. Elbette ki sıfırın ne olduğunu bilirsiniz. Bize sıfırı tanımlar mısınız?
    Hasan Ali Yücel, uğraştığı bir konu üzerinde soru yöneltilmesinden memnun. Hele bu sorunun “sıfır” gibi kendisince iyi bilinen bir konu ile ilgili bulunmasından büsbütün memnun…
    – Efendimiz, sıfır hayatla hiçliğin, varlıkla yokluğun… 
    – Anladım, hayat sonsuz ise hiçlik değil mi?
    – Kuşkusuz Efendimiz, hayatın sonsuzluğunda…
    – Hayır, size sıfırı soruyorum. Sıfır, hiçlik demek midir? Sıfırla yokluk arasında ne fark vardır?
    – Efendimiz, birisi yani sıfır, yaşanmış bir şeyin yokluğudur. 
    – Hayatı nasıl göz önüne getiriyorsunuz?
    – Efendimiz, sıfır yok demektir.
    – Güzel… Bu yok olan şey bir sayının önüne, sağına gelince onu on kat yükseltiyor. Bu nasıl olur?
    Dinleyiciler bu tartışmayı zevkli ve eğlenceli buluyorlar. Anlaşılan Atatürk de Hasan Ali Yücel’i fazla sıkıştırmak, yenip ve sonra da haşlamak için bu soruları sormuyor. Amaç, saatlerce süren ağır problemlerle uğraşmaktan doğan havayı dağıtmak…
    Hasan Ali Yücel, nereye gitse yakalanıyor, sonunda bilgisinden çok zekâsını kullanmak gerektiğini anlıyor:
    – Efendimiz, diyor. Daima arkanızda ve solunuzdayım. Sıfır, işte Efendimizin solunda olan bendenizim…
    Bu gezide Atatürk’ten en iyi not alan Yücel olmuştur.
    Yine bir gece toplantısında Atatürk’ün, “kurtuluş kavramı” üzerinde sofrasında bulunanlara şu soruyu yönelttiğini Yücel şöyle anlatır:
    “- Türk milleti, ne zaman kendini kurtulmuş sayabilir?
    Hazır olanlar, birer birer düşüncelerini yanıt olarak kendisine söylüyorlardı. Sıra bana gelmişti:
    – Paşam; Türk milleti ne zaman kurtarıcı arama ihtiyacını duymayacak duruma gelirse o zaman kurtulmuş olur.
    Biçimindeki fikrimi özetlemiştim. Böyle demiştim ama dedikten sonra da türlü yorumlara açık böyle bir sözü söylemekten korkmuştum.
    Atatürk: 
    – Hepiniz enteresan fikirler söylediniz. Fakat (beni göstererek) bu çocuğun ileri attığı, üstünde bizi derin derin düşündürmeye değer bir fikirdir. 
    Diyerek hem hoşgörülüğün, hem de geniş anlayışının unutulmaz bir kanıtını vermişti.”
    Türkçülük konusunda da Atatürk’le ilgili olarak Yücel, bir anısını şöyle anlatmaktadır. 
    “Gökalp, Atatürk’ten önce ve Atatürk’ten sonra bazılarınca Türk milliyetçiliğinin adı olarak kullanılan Türkçülük deyimini, en doğru tanımıyla belirtir ve der ki: 
    “Türkçülük, Türk milletini yükseltmek demektir.“ 
    Yanlış yorumlara uğradığını ve tekrar uğrayabileceğini sezmiş olacak ki, Atatürk Türkçülük sözünü hiç kullanmamıştır. Daima “Türk milleti’, “milliyetçilik”, “milliyet“ sözlerini kullanmıştır. Kendisine:
    – Türkçü müsünüz? Diye sorulduğu zaman, bizi herkesten iyi bilen bu Büyük Türk:
    “- Ben Türk’üm” demekle kesin ve keskin yanıtını vermiştir.
    Daha sonraları alev gibi parlayan yurt sevgisiyle Türk olmanın gururunu kapsamlı bir biçimde ve gök gürültüsünü andıran bir sesle haykıracaktır: 
    “Ne mutlu Türk’üm diyene!”
    Kaynak: Atatürk ve Çevresindekiler, Kemal Arıburnu, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 1994