Teknolojinin insanları esir almadığı, sadece tek kanallı siyah beyaz televizyonun olduğu çocukluk yıllarımızda hep birlikte yaşadığımız; Dede, ebe, baba, anne ve çocuklardan oluşan kök aile yapımız vardı. Bu kök aile yapımız bizleri ayakta tutan sağlam bir yapıydı. Bir tencerenin kaynadığı bir sofrada oturup hep beraber yemek yendiği, sohbet edildiği nasihatlerin verildiği güzel günlerdi.

Bugün kaybolan insanlığımız, yanımızda hiçbir büyüğümüzü istemediğimiz, sadece kendi dünyamızda rahat bir yaşam istediğimiz ve teknolojinin getirdiği nokta da kaybolan ahlaki değerlerimizle birlikte bizleri biz yapan, ayakta tutan en sağlam değerimiz olan kök aile yapımızdan tamamen uzaklaştık. Evlat anne- babayı, anne-baba evladını istemez oldu. Dedeyi, babaanneyi, anneanneyi hesaba katan kalmadı.

Önceden gençler evlenirken anne ve babalar evlenen çocuklarına “Artık evlendin, önceden iki ayağın vardı, şimdi dört oldu. Önceden bir baban, bir annen vardı şimdi iki baban, iki annen var. Bizim kültürümüzde, yaşam tarzımızda dört atanın hakkı birdir. Bizlere nasıl davranıyorsan, eşinin anne ve babasına da aynı şekilde davran, saygı da kusur etme, üzme. Artık onlarda senin annen ve babandır.” şeklinde nasihatler da bulunurlardı.

Günümüzde geldiğimiz nokta da ise artık kimse kimsenin iyiliğini istemez oldu. Aileler evlenen çocuklarını kendi tarafına çekmeye (Anadolu tabiriyle iç güvey yapmaya) karşı tarafın ailesini unutturmaya çalışıyorlar. Özellikle çalışan kızları evlenen aileler, kızlarının eşiyle olan en küçük tartışmasında çocuk olsun olmasın, Allah’tan korkmadan, yapılan milyonlarca Türk Lirası masrafa rağmen “Kızım kocan çalışıyorsa sende çalışıyorsun, eşine muhtaç değilsin, boşan yanımıza gel” diyerek boşanmalarına neden oluyorlar. Sonra bu kişiler suyu üfleyerek Allah’ı, Kuran’ı, Müslümanlığı kimseye bırakmayarak kendilerini insan, dindar ve “Şeyhül İslam” zannediyorlar. Ancak aynı aileler çalışmayan ev hanımı kızlarının çektiği tüm eziyetlere rağmen “Kızım boşan yanımıza gel” diyemiyorlar. Çünkü çalışmayan kızlarını boşandırsalar ömür boyu yanlarında duracak ve bakacakları için başımıza bela olur diye işlerine gelmiyor.

Çocukluk yıllarımızda tek kanallı siyah beyaz televizyonda rahmetli sanatçılar, Adile Naşit ile Münir Özkul’un çok çocuklu, “Sofraya bir tabak daha koyun” diyen birleştirici, kök aile yapısını güçlendirici, teşvik edici filmlerinden, günümüzde çok kanallı televizyonlardaki ayrışmayı, boşanmayı, ahlaki çöküntüyü, kendini beğenmişliği, kibri, ihaneti ve kötülüğü öğreten dizi ve filmlerin oynatıldığı günlere geldik.

Önceden kök aile yapımızla hepimiz bir arada yaşar, aynı sofra da yemek yerken, bugün geldiğimiz nokta da ülkemizde ve Kırşehir’de sayıları her geçen gün artan ve çocukları tarafından sokağa atılan, bakılmayan dede, ebe, anne ve babalarla dolu olan Huzur evlerinin çoğaldığı günlere geldik.

 Ne yazık ki! Evlatlar olarak utanmamız gereken bu durumdan, “Allah devletimize zeval vermesin, yaptırdığı huzur evleriyle dede, ebe, anne, baba gibi yaşlılarımıza sahip çıkıyor sokakta kalmıyorlar” diyerek dua ettiğimiz, övündüğümüz günlere geldik.

Acaba eski kök aile yapımızı kaybetmeyip ebe, dede, anne, baba gibi büyüklerimize sahip çıkarak hep birlikte bir evde yaşamaya devam etseydik son yıllarda sayıları mantar gibi artan huzur evlerine gerek kalır mıydı?

Huzur evleri devletin yaşlılarına, sokakta kalan insanlarına sahip çıkmak için yaptırdığı sosyal bir proje, sıcak bir yuva olduğu gibi insanlar için, evlatlar için övünerek anlatmak yerine utanç duyulması gereken soğuk bir yapı olduğunun farkında değiliz.

Eğer bir baba, bir anne “yedi çocuğum var hiç biri bana bakmadı, o nedenle buradayım” diyorsa o yedi çocuğun insan olup, olmadığından şüphe duyulması gereklidir.

Bizim çocukluk yıllarımızda, Kırşehir’de benim doğup, büyüdüğüm tek katlı müstakil evlerden oluşan Aşıkpaşa Mahallesi, Özbağ Sokağında aileler büyüklerine sahip çıkar, dede, ebe, baba, anne ve çocuklardan oluşan kök aile şeklinde yaşarlardı.

Aynı mahalle ve sokakta yaşayan insanlar özüyle tamamen bizim olan “Komşu komşusunun külüne muhtaçtır. Ev alacağına komşu al, komşusu aç iken tok yatan bizden değildir.” sözlerinden hareket ederek komşusunun iyi ve kötü gününde yanında olur ve komşusuna sahip çıkar, “Yaptığım yemeğin kokusu komşuma gitmiştir, bir tabak da komşuma götüreyim” düşüncesiyle hareket edilirdi.

Ayrıca anne ve babası işi gereği evde olmayan çocuklar okuldan eve geldiğinde dışarıda kalırsa hemen bir komşu çocuğu evine alır, sahip çıkar, karnını doyururdu. Şimdi bırakın komşunun çocuğuna sahip çıkmayı, insanlar kendi anne ve babalarına sahip çıkmıyorlar.

Mahalleli sadece komşusuna ve komşusunun çocuğuna sahip çıkmakla kalmaz, mahalle ve sokağına da sahip çıkardı. Mahalleye girip çıkandan, olup bitenden haberdar olurdu. Mahalleye başka civarlardan gelecek kişiler için ön araştırma yapılır, eğer gelecek kişinin mahallenin huzurunu ve uyumunu bozacak kişiler olduğu tespit edilirse mahalleye alınmaz, ya da bir kaza sonucu o kişiler mahalleye yerleştilerse mahalleli bir araya gelerek mahallelerinden gitmesini sağlarlardı.

Bugünlerde olduğu gibi cenazelerde acısı olan cenaze sahipleri acısını bir tarafa bırakarak kıymalı pide, et kavurma, pilav, helva, ayran ve çay peşinde koşmaz aksine komşular cenaze evine sırayla yemek getirirdi.

Bu konuda şu örneği vermek istiyorum. Babamın öldüğünde çok küçüktüm. Rahmetli annemin ve ablamın anlattığına göre babam öldüğünde komşularımız günlerce bizim eve yemek getirmişler, uzaktan gelen akraba ve tanıdıklarımızı evlerine götürerek misafir etmişler.

Vermiş olduğum bu örnek gösteriyor ki her zaman yardımlaşmanın, birlik ve beraberliğin en üst düzeyde olduğu Anadolu, Türk Kültürünü ve örfünü yaşadığımız o güzel kök aileli günlerden, insanların “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın.” diyerek acımasız, vurdum duymaz, sorumsuz olduğu, kendini beğenmişliğin, kibrin ve şişkinliğin tavan yaptığı, komşunun komşusunu tanımadığı, bu günlere gelmemiz bizi biz yapan aile yapımızdan, değerlerimizden ve  yaşam kültürümüzden koptuğumuzu, insanlığımızı kaybettiğimizi gösteren bir örmektir.

Bugün fazla ileriye ve metropol olarak adlandırdığımız büyükşehirlere gitmeye gerek yok. Oralar zaten bitmiş, tükenmiş durumda ama Anadolu’nun ortasında Türk örf ve kültürünün, saygının ve hoş görünün yaşandığını söylediğimiz Kırşehir de yüksek katlı binaların yapılması, insanların gelir durumlarının iyileşmesi, eğitim seviyelerin yükselmesi, ahlaki çöküntü ve teknolojinin insanları esir aldığı günümüzde mahallelerde, sokaklarda ve insanlar arasında bir ayrışma ve yozlaşma yaşanmaktadır.

Artık herkes yerini ve mevkiini bilecek anlayışıyla çalıştığı meslek gurubuna göre kendilerine özel site ve mahalle oluşturuyor, insanların oturdukları evler, kullandıkları eşya ve arabalar, giyindiği elbiselerin lafı ediliyor.

Okullarda öğrenciler baba ve annesinin meslek grubuna, gelirine göre sınıflara ayrılıyor. İnsanlığın kabul etmediği laçkalıklar, ayrımcılıklar gibi utanç verici davranış biçimleri büyük bir cüretle sergileniyor. Fakir fukara, garip, guraba dışlanıyor, herkes kendisinden bir alt gurup da olduğunu düşündüğü insanları hor görüyor, selam vermiyor, yüzüne bakmıyor.

Ne yazık ki! Bırakın Sultan Süleyman’a kalmayan dünyayı, Peygamberimize dahi kalmayan, ölenin ise sadece on metre kefen götürdüğü bu ölümlü dünyada kaybetmiş olduğumuz yaşam kültürümüzle birlikte insanoğlunun içine girmiş olduğu yozlaşmış bu durum utanç verici olup, üzülmemek elde değil.

Vatan ve memleket sevgisi derseniz hiç kalmadı. Görevi, unvanı ne olursa olsun vatanı, memleketi düşünen yok. Çünkü okullarda bizim öğrencilik yıllarımızda okuduğumuz, tarih ve ders kitapları yok, bizi yetiştiren değerli, kaliteli, bilgili öğretmenler yok. Televizyonlarda, sinemalarda vatan sevgisini arttıracak, özendirecek dizi ve programlar yok.

Oysa bizler çocukluk yıllarımızda sinemalarda Cüneyt Arkın’ın “Kara Murat, Battal Gazi, Malkaçoğlu” gibi vatan ve memleket sevgisini aşılayan filmleri seyrederek vatan ve millet sevgisini öğrendik. Bugün geldiğimiz noktada bu filmlerin televizyon ve sinemalarda oynatılmaması, oynatılsa da bugünün çocuklarının ve gençlerinin seyretmemeleri yerine ahlak dışı filmlerin, ihanetin, aldatmanın, ayrışmanın, boşanmaların, yuvaların yıkılmasının öğretildiği dizi ve filmlerin oynatılması ve seyredilmesi vatan ve millet sevgisini bitirmiştir.

Şu tezatlığa bakar mısınız? Ülkemizde ve Kırşehir’de insanlar oturdukları apartmanların duvarına “Park yeri apartmanımıza aittir, yabancı araç park edemez.” yazısını asıyorlar ve eden olursa kavga ediyorlar. Ama on milyona yakın mülteci ve sığınmacı elini, kolunu sallayarak ülkemize ve Kırşehir’e geliyor, her türlü ahlaksızlığı, tacizi, arsızlığı, hırsızlığı yapıyor, insan öldürüyor, toplumun huzurunu bozuyor, ama apartmanının park yerine diğer apartmanda oturan vatandaşın arabasını park ettirmeyen muhteremler dahil kimseden ses çıkmıyor. Sonra da vatan, millet, bayrak edebiyatı yapılıyor.

Demek ki geldiğimiz nokta da apartman park yeri vatan toprağından ve sevgisinden daha önemli hale geldi.

Maalesef bugün her bakımdan acımasız bir yozlaşma ve sorumsuzluk içerisine girdik. Milli, manevi değerlerimiz olan kök aile yapımızı, vatan ve millet sevgimizi, şehir, mahalle ve sokak gibi yaşam değerlerimizle birlikte insanlığımızı da kaybettik ve kaybolan bu değerler ve insanlığımızla utanmamız gerekirken övünür hale geldik.