İlk öğretmenimle tanıştığımda henüz beş yaşındaydım. Kırmızı bir oyun hamurundan bebek yapıp bana göstermişti. "Bak, ne kadar güzel bebek değil mi? Tıpkı sana benziyor." demişti. Hiç de bana benzemiyordu. Çok çirkin bir bebekti. Kolları bacakları çöp gibi inceydi ve hemen kırılmıştı, oysa ben tombuldum. Kırmızı bebeğin yüzü ise hiç yoktu. Sadece ceviz kadar bir başı vardı. Öğretmenin benim yüz ifademden bebeği beğenmediğimi anlamış olacak ki bebeği bozdu ve tekrar eski haline getirdi. Avucunun içinde top haline getirdi ve bana uzattı. "Şimdi sıra sende"diyerek bana uzattı. Ağlamam kesilmişti ama hala arada sırada içimi çekiyordum. Ben öğretmenimin yaptığından daha çirkin bir bebek yapmıştım. Öğretmenim benim bebeğime bakarak çığlıklar atmıştı. "Ne kadar güzel bir bebek yaptın. Aferin sana!"

O gün mü karar vermiştim bilmiyorum, ama ilerleyen yaşlarımda şu meşhur büyüyünce ne olacaksın, diye sorulduğunda hep öğretmen olacağım, demiştim. Eğitim Fakültesini kazandığımda hem ailem hem de ben havalara uçmuştum. "Öğretmen olacak benim kızım." diye gururlanmıştı babam. Annem de benim gibi sulu gözdü. Ağlayıp durmuştu. "Sen oku yeterki kızım. Altımdaki döşeği satar, yine seni okuturum." sözlerinin anlamını okula gidince anlamıştım. Ailemin bana gönderdiği harçlık yetişmediğinde, üniversite okumanın zorluğunu bir kez daha görmüştüm. Küçük bir yurt odasında altı kişi kalırken evimin sessizliğini, huzurunu özlemiştim. Kilometrelerce uzaktaki evim burnumda buram buram tütmüştü. Otobüs biletlerindeki artışlar nedeniyle bağrıma taş basıp geliş gidiş işlerini ertelemiştim.

Bir yandan gecemi gündüzüme katarak derslerime çalışırken bir yandan da staja gidiyordum. Sınıfa ilk girdiğimde elim ayağım birbirine karışmıştı. Çocukların, "öğretmenim" diye hitap etmesi tarif edilemez bir duyguydu. Tahtanın karşısında ders anlatırken heyecandan dilim tutulmuş başım dönmüştü. Stajyer öğretmen olarak gittiğim okuldan aylar sonra ayrılırken öğrencilerimle vedalaşmak çok zor gelmişti. “Öğrencilerim, gitmeyin öğretmenim” diyerek boynuma sarılıp ağlamışlardı. “Şimdi gidiyorum ama tekrar geleceğim çocuklar, size söz veriyorum” demiştim. Tercihlerimin en başına bu okulu yazmaya karar vermiştim.

Mezun oldum. KPSS sınavına girdim. Aldığım puana sevinirken, acı gerçeklerle henüz yüzleşmemiştim. Meğer Fen Bilgisi öğretmenine ne kadar az ihtiyaç varmış. Olsun üzülme, seneye yine girersin, diye teselli etti sevdiklerim. Bir sene, insan ömründe ne kadar uzun bir süreydi, bunu biliyorlar mıydı?

Bir sene boyunca tüm sosyal hayattan soyutlamıştım kendimi. Sınava çalışıyordum. Bir an önce atanmak, göreve başlamak istiyordum. Okuluma, öğrencilerime kavuşmak istiyordum. Mürekkep kokan sınıfları, silgi tozu dökülü sıraları, bilgiye aç çocuklarımı özlemiştim. Öğretmenim, öğretmenim, diye parmak kaldıran öğrencilerimi özlemiştim. Gecemi gündüzüme katıp çalıştım. On altı sene eğitim almam, staj yapmam, elimde kapı gibi diplomamın olması yeterli gelmemişti. Bu sınavı mutlaka kazanmalıydım.

İkinci sene, üçüncü sene, beşinci sene hiç aksatmadan girdim sınava. Her sene katlanarak gelen mezun öğretmen sayısı... Yüzbinlerce öğretmen ihtiyacı varken alınan yüzlerce öğretmen... Sonuç olarak atanamayan öğretmenler... Ve ben... Okyanusun ortasında yönünü kaybetmiş küçük bir sandal misali nereye gideceğini bilemeyen binlerce insan. Hayatına yön veremeyen, gelecek planları yapamayan,eğitimini aldığı alanda görev yapamayan eğitimcilerimiz. Kimi kader deyip susan, kimi sisteme kızan, kimi ise hayattan bıkan, hayatının baharında hayata küsen öğretmenlerimiz...

Bir yanda atama bekleyen öğretmenlerimiz, diğer yanda bu kutsal görevi hakkıyla yerine getirmek için fedakarca çalışan eğitmenlerimiz... Geleceğimizi inşaa edecek olan yavrularımızı eğitmek için çabalayan değerli insanlar; siz öğretmenlerimizin, 24 Kasım Öğretmenler Günü'nü kutlarım.

Ya toprak ol

Ya da su

Sakın ateş olma