Kırşehir’in problemleri, deprem ve sel felaketleri, güncel ve değişik konular derken ülkemizdeki ve Kırşehir’de ki siyasetten uzunca bir süre ayrı kaldım. Siyasete önümüzde ki hafta yazacağım yazıda yer vereceğim için bu yazımda da ayrı kalmak benim için daha akılcıl olacaktır. Zira 14 Mayıs’ta yapılacak seçimler nedeniyle ülkemizde ve Kırşehir’ de siyaset kazanı kaynamaya başladı. Siyasi partiler milletvekili adaylarını belirlediler. Ancak listelere itirazlarda yapıldığı için, itirazlar tamamlanıp, listeler son şeklini aldıktan sonra Kırşehir’deki adayları değerlendirmek istediğimden bugün değişik bir yazı yazmak istiyorum.

Hepimizin bildiği gibi 6 Şubat’ta ülkemizde son yüzyılda görünmeyen deprem meydana geldi ve on bir ilimiz yerle bir oldu. Bu depremlerde on binlerce insanımız öldü, yüz binlerce insanımız yaralandı, on binlerce ev yıkıldı, milyonlarca insan evsiz kalarak doğup büyüdükleri, ekmek yedikleri memleketlerini terk ettiler. Bir gün önce evleri, işleri olan insanlar bir gün sonra her şeylerini kaybederek sokak ortasında kaldılar, bir tabak çorbaya ve sığınacak çadırlara muhtaç oldular. Hep birlikte çok acı ve üzücü günler yaşadık yaşamaya devam ediyoruz.

Burada değinmek istediğim acaba her olayı, her acıyı çabuk unutan toplum olarak yaşadığımız bu depremlerden ders alır mıyız?

Bana göre, bırakın ders almayı, özetini dahi anlamayız. Çünkü biz çalışmadan, üretmeden, hazıra konarak, modaya, markaya, giyime, lükse, süse, boyaya, cilaya, bol para harcamaya düşkün, ömrü boyunca bir kitap okumadığı halde her şeyi bilen, her şeyden anlayan,  kendini beğenmiş,  kaprisli, kasılan, kırışan, dünyayı ben yarattım edasıyla insanlara tepeden bakan milletiz. O nedenle ders almaz birkaç gün üzülür, ağlar sonra da hiçbir şey olmamış gibi bildiğimiz şekilde yaşamaya devam ederiz. Bu bizim hamurumuzda var olduğu gibi siyasilerde insanları böyle alıştırdı.

Bir saniye ilerisinin ne olacağı belli olmadığı ve hiç kimseye kalmayan dünyada neden bu kadar basit ve ucuz düşünürüz bir türlü anlamış değilim. 

Burada gerçek olarak araştırmamız, düşünmemiz ve anlamamız gereken konu nedir biliyor musunuz?  Urfa’daki sel felaketinden sonra Hollanda’lı kurtarma ekibinden bir personelin “Sizler Tanrı’ya ne yaptınız ki başınızdan felaketler eksik olmuyor” sözüdür.

Bizler Tanrı’ya neler yapmadık ki!

Hırsızlık bizde, kul ve yetim hakkı yemek bizde, devleti soymak bizde, vergi kaçırmak bizde, her türlü adaletsizlik bizde, adam kayırmacılık bizde, küçük çocuklara taciz ve tecavüz bizde, kadınlara şiddet bizde, yurtlarda kalan erkek çocuklara tecavüz bizde, insanları maddi durumuna göre zengin fakir ayırarak ona göre davranmak bizde, torpilsiz ve rüşvetsiz iş yapmamak bizde. İşin içine para, menfaat girdikten sonra Allah korkusunu, cenneti, cehennemi, kabir azabını aklımıza getirmemek bizde. Peygamberimiz “Ben güzel ahlakı tamamlamaya geldim” derken, kötü ahlaka uyan neler varsa hepsini yapmak bizde. Bunlara ilave edeceğim çok şeyler var ama bu kadar yeter. Fazla ileriye gidersem tuz da kokar, deri de kokar, alırım başıma belayı. Çünkü doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar.

Burada esas olan Hollanda’lı kurtarma ekibi personelin dediğini araştırmak, düşünmek ve anlamaktır.

Kahramanmaraş’tan Kırşehir’e ailesiyle birlikte gelen bir depremzedeyle görüşmemde şunları söylemişti:

“Depremden önce on dört daireden oluşan yedi katlı binam vardı, birinde ben oturuyordum, diğerlerini kiraya veriyordum. Binanın altında araba galerisi dükkanım vardı, depremden sonra hiçbir şeyim kalmadı ve şimdi Kırşehir Belediyesi’nin verdiği çorbaya muhtaç oldum“ dedi.

İşte Kahramanmaraşlı depremzedenin yaşadığı ve anlattığı olay bizlere ders alabileceğimiz çok şeyler anlatıyor.

Hal böyle olunca şu soruları sormadan edemeyeceğim.

Acaba yaşadığımız depremler ve sel felaketinden sonra bizler toplum olarak anladık mı aslında evimizin çok küçük olmadığını, ya da çok soğuk olmadığını.

Yattığımız yatağın üstümüzdeki yorganın markasının çokta önemli olmadığını, ya da yediğimiz yemeğin tuzunun, salçasının, etinin, sebzesinin az ya da çok olmasının çok önemli olmadığını, yemeğimizin beş on dakika gecikmesinin önemsizliğini. Ballandıra ballandıra anlattığımız, telefonumuzun, arabamızın markasının, modelinin, yazlığımızın, zenginliğimizin, katlarımızın, yatlarımızın çok önemli olmadığını.

Milyonlarca liraya aldığımız konutun belki de mezarımız olabileceğini, üstümüzdeki montun, ayağımız üşümesin diye bir köşede duran battaniyenin kıymetini, sıcak bir çayın, çorbanın ekmeğin nasılda kıymetli olduğunu. 

Kalbini kırdığımız bir insanın gönlünü almaya vaktimiz olamayacağını, kaçırdığımız trenin, vapurun, dolmuşun arkasından telaş yapmanın ne kadar gereksiz olduğunu. 

Nerede nasıl yattığımızın değil de,

Nerede nasıl, ya da ne halde uyanacağımızı veya uyanamayacağınızı, üzerimizde uyuduğumuz yorganın yerine, moloz yığınlarının altında kalabileceğimizi anladık mı, gereken dersleri aldık mı?

Bu afetlerden ve felaketlerden ders almalı ve zenginliğin, markanın, etiketin, malın, mülkün, makamın emanet ve boş olduğunu anlamalı.

"İnsanlığın", “İnsan Olabilmenin” kalıcı ve gerekli olduğunu unutmayarak gereken dersi almalıyız.