Konya Ladik‘ten Ramazan Yüce’nin kaleme aldığı hoş bir yazı takıldı gözüme… Benim bir süre önce gazetemiz “Kırşehir Çiğdem”deki köşemde yazdığım Kırşehir’de benim yaşadığım 1970’li yılları hatırlattığı için burada değerlendirmeyi uygun gördüm. Kırşehir’de bu yazıyı okuduktan sonra kim bilir kaç kişi “Bunları biz de yaşamıştık.

Konya Ladik‘ten Ramazan Yüce’nin kaleme aldığı hoş bir yazı takıldı gözüme…
Benim bir süre önce gazetemiz “Kırşehir Çiğdem”deki köşemde yazdığım Kırşehir’de benim yaşadığım 1970’li yılları hatırlattığı için burada değerlendirmeyi uygun gördüm.
Kırşehir’de bu yazıyı okuduktan sonra kim bilir kaç kişi “Bunları biz de yaşamıştık. Aynı hatıralar bende de var…” diyecektir mutlaka…
İşte Ramazan Yüce’nin İncir misin Yoksa Patlıcan mı? Yazısı…
(Anne Babalarımız Yaşlanınca Niçin Yanlarımızda Kalmaz?)
Bundan 25-30 yıl önceleri bir iki odalı evlerde ortalama 5-6 kardeşli evlerde otururduk. Evde genelde sadece baba çalışır. O kadar kişiye bakardı.
Kardeşler aynı yatağı, yorganı paylaşır, büyüğün elbisesi küçülünce küçüğe geçerdi. Dizler eskidiğinde yama vurulurdu.
Zengin-fakir her aile ayağını yorganına göre uzatırdı. Lüks tüketimden ziyade zaruri ihtiyaçların giderilmesi öncelikliydi.
Abimizin evlenme vakti gelince kız istenmeye gidilir. Kız babası "ayrı mı alacaksınız, beraber mi" diye sormazdı. Evin bir odası abi ve yengeye tahsis edilirdi. Bir kaç yıl sonra sırası gelen abi evleneceğinde önceki evlenen bir başka eve çıkar. Abinin boşalttığı oda yeni gelin-damada bırakılırdı. Bu şekilde evin en küçük erkeği de evlendirilir. En küçük babanın yanında oturmaya devam ederdi.
Eve gelen gelinler kayın baba, kayınvalideyi, çelebi ve görümceyi daha iyi tanırdı. Gelin-kaynana, gelin-görümce arasında çıkan sorunları tek otorite olan evin direği baba çözerdi. Babanın sözünün üzerine söz söylenmezdi. Yeni doğan torun/yeğen tüm ailenin içerisinde akrabaları tanıyarak büyürdü. Kimse birbirini yabancı görmezdi. Herkes ailenin birinci sınıf ferdiydi. Anne-babalar gelin-oğul-torun elinde dünyasını değiştirirdi. Diyeceğim o ki, her aile büyük aileydi. O kalabalık nüfusa küçük evler dar gelmezdi.
90'lı yıllarla başlayan günümüze kadar artarak devam eden modelimiz; Küçük aile modeli. Önceki hayatın tam tersi.
Önce hayatımıza 100 m karelik evler girdi. Önceki evlere göre saraydı. Oğlan evleneceği zaman kız istenmeye gidildiğinde "ayrı mı alacaksınız, beraber mi" soruları sorulmaya başlandı. Çok geçmedi, "beraber alacağız" sözü ayıplanır oldu. Şimdilerde sorulmaz oldu artık böyle bir soru.
Oğlan evlenmeden ilk önce damat evi kiralanır oldu. Artık herkesin evi ayrı, barkı ayrı. Eskiden herkes birbirine bakarken şimdi herkes kendine bakar oldu. 100 m karelik evler fakir ve dar gelirlinin oturacağı evdir. 120, 130, 140, 150... vb metre karelik evler çekirdek ailelerin tercih mekanları oldu. Haftada, onbeş günde baba-oğul, gelin kaynana misafir gibi birbirine lütfen gelir gider oldu. Çocuklar, büyüklersiz koca evlerde, kreşlerde, bakıcıların elinde büyümeye başladı. Çocuk, bakıcıyı kendine daha yakın bulmaya başladı. Çocuk/torun anne-babaya, büyükanne-büyükbabaya, amca ve halaya yabancı büyüyor artık.
Mehmet Okuyan'ın oğlu ile Mustafa İslamoğlu'nın kızı evlendiği zaman "İslamoğlu, "Kız evden gitti" deyince Okuyan, " Senin kız evden, benim oğlan elden gitti" diyerek günümüzü anlatmıştır.
Günümüzde ata erkil aileden ana erkil aileye, büyük aileden küçük aileye doğru evrildik. Bir Fransız atasözü var: "Oğul kazanmak istiyorsan kızını evlendir. Kaybetmek istiyorsan oğlunu evlendir" diye. Sadede geleyim.
Şimdi anne babalar koca evlerde yapayalnız. Oğlan gelecek, gelin gelecek, kız gelecek, torun gelecek diye bekleyiş içerisinde. Yalnızlara oynuyorlar. Gelin-damat evlerine "gelin burada kalın" dese de anne babalar evladının evinde kalamaz oldu. Çünkü kendilerini yabancı hissediyor, iğreti görüyor, rahatsız etmeyeyim, rahat edemezler ya da rahat edemem diye düşünmektedir. Bakıma muhtaç olsalar da evlerini terkedemiyorlar. Acaba sebebi nedir? Bunun üzerinde durmak gerekiyor.
Kanaatimce oğlan-gelin kaynana-kaynata ile hiç birlikte kalmayıp ilk evlendiğinde ayrı evde oturunca ısınma, tanıma ve ülfet meydana gelmiyor.
Baba-anneler bakıma muhtaç olduğu zaman eğer çocuklarının evine taşınmak zorunda kalırsa o kaldığı ev kendilerine zindan hale gelebiliyor. Anne-babaların en rahat ettiği evladının evi, oğlan-gelin eğer geçmişte baba-annenin yanında kalmışsa o oğlan ve gelininin yanında daha rahat kalabiliyor.
Eskiden imkânsızlıklar dolayısıyla bir evde kalmak insanları terbiye ediyormuş gerçekten. Şurada 8-10 yıl sonra anne-babalar, oğlumun evine gitmektense evimde yalnız ölürüm, ya da huzur evine sığınırım deme noktasına gelecekler. Hele anne-baba bakıma muhtaç hale geldiğinde evlatları arasında bir gün dahi sektirmeden "sıra sende" nöbeti, sanırım en fazla bize saçını süpürge eden anne babalarımızı yaralar. Hoş devler hasta olana bakana para da veriyor artık.
Anne-babalarımızla kalmayan bizler sanki yaşlanmayacağız, bakıma muhtaç olmayacağız. Şunu unutmayalım ki sağlamken anne babasını ihmal eden hastayken hiç bakmaz. Halbuki doğduğumuzda ne kadar da sevinmişlerdi. Hastalandığımızda sabahlamışlardı belki de. Samimiyetimiz varsa bir soralım. "Doğduğumuz zaman ki sevinciniz devam ediyor mu" diye. Soramayız. Çünkü iyi yapmıyoruz. Doğru yolda değiliz. Belki de içimizdeki mutsuzluğun sebebi budur.
Hani inandığımız dine göre, onlara biz öff bile demeyecektik. Küçükken bize baktıkları gibi biz de büyüdüklerinde onlara bakacaktık. İstisnalarımız vardır. Onlardan Allah razı olsun. Ama büyük bir çoğunluğumuz iyi bir imtihan vermiyor. Bu gidişle biz sadece huzurevlerinin sayısını artırırız. Unutmayalım ki Peygamberimiz, 3 kişinin duası geçerlidir der. Bunlar: "Misafirin duası, babanın evladına duası, mazlumun duası." Babaların evladına yapacağı dua bedduaya dönmez inşaallah. Şunu hiç birimiz unutmayalım ki, herkes ektiğini biçer. Kim, kime ne şekilde davranırsa evladından onu görecektir. Ayrı evlere alıştık. Bari sık gelinip gidilse...
Yazımı uzattım farkındayım. Ama şu fıkrayı da yazmadan edemeyeceğim:
Babası küçük Nasreddin'e incir getirir şehirden. Küçük Nasreddin çok sever bu meyveyi.
Gel zaman git zaman hoca büyür, yolu şehre düşer. Hemen bir manavın önünde durur. Meyvelere göz gezdirir. Tadı damağında kalan meyveyi göremez.
Ne aradığını sorar manav. Hoca ismini unuttuğunu söyler.
Manav, "tarif et, nasıl bir yiyecekti" der.
Hoca, "içi çekirdekli, dışı yeşildi" deyince manav, "hâ sen patlıcan istiyorsun" der, poşete doldurur.
Hoca yılların özlemini gidermek için sabırsızlanır daha yoldayken poşetten bir patlıcan çıkarır ve ısırır. Bakar ki acı mı, acı...
Eski tadı bulamayan Hoca," Ulan büyüyünce ne kadar da acı oluyorsun" demiş.
Bu fıkranın üzerine var mı bir söz söyleyecek. Sonunda hepimiz patlıcan olduk. Babalarımız patlıcanın küçüğü inciri istiyor haberimiz olsun. Anne babasının gönlünü alan, hayır duasını alan evlatlara selam olsun...
***
Evet böyle değil miydik hepimiz?
Kırşehir’de bugün böyle yaşıyor aileler?
Büyüklere, ana ve babamıza, kardeşlerimize, akrabalarımıza böyle saygı duyan, sevgi duyan kaç kişi var ki?
Kırşehir gibi küçük bir ilde değerlerimiz kaybolmaya yüz tutmuşsa, metropol şehirlerine bakmaya hiç gerek yok sanırım.
Bütün değerlerimizi maalesef günden güne kaybediyoruz.
Bir an için 70’li yıllarınızda kendinizi görmeyi deneyin.
Yıllar yüzünüzde ıstırabınızdan birer çizgi bırakıp göçmüş. Omuzlarınız çökmüş, elleriniz titriyor.
Şansınız varsa, huzurevinde değilsiniz; emeklisiniz ve yaşlı eşinizle birlikte hayata tutunmaya çalışıyor, eskiye dair aile fotoğraflarına bakarak iç çekiyorsunuzdur.
Hayatta sevgiden ve vefadan başka her şeyin boş olduğunu görüyorsunuz.
Hayatınıza anlam veren en büyük servet çocuklarınız değil mi?
Çocuklarımızın okuması için, geleceğini garanti altına alması için, mürüvveti için tüm servetinizi harcamaya, gerekirse yaşamaları uğrunda ölmeye hazır değil miyiz?
Onlar için yemiyor, yediriyor, içmiyor içiriyor, giymiyor, giydiriyor muyuz?
“Biz yaşmadık, onlar yaşasın” demiyor muyuz?
“Evet” dediğinizi duyar gibiyim.
Şimdi uzakta olan çocuklarınız bir gün aramasa merak etmiyor musunuz?
“Ne yapıyor, ne ediyorlar, karınlarını doyurdular mı, aç mı, susuz mu, açıkta mı?” sorularıyla yaşamıyor muyuz?
Her gün kulağınız telefonda. Çalınca koşuyor, ama özlediğiniz sesleri duyamayınca ağlamaklı olmuyor musunuz?
Eve şimdi nerde anne babanız?
Çocukken günde yüz kere hizmetinize koşanların şimdi yılda kaç kez huzurlarına varıp gönüllerini alıyorsunuz?
Ne demişler "Geçmişine sahip çıkmayan geleceğe de sahip çıkamaz"…
Özetle bu yazı beni gerçekten de etkiledi, yaşlandığımız anlarda hepimizin sırtımızı dayayabileceğimiz evlatlar, kardeşler ve dostlar etrafımızda olması dileğiyle...