Vadiye uzun yıllar uğramadım. İçim elvermedi o kasvetli, o kanlı görüntüyü yeniden hatırlamak. Kayaların ardında, mağaranın kuytuluklarında parçalanmış bedenleri, puslu gökyüzüne yönelen bakışları, kopan elleri, ayakları… Hepsi de çok gençti. Dünyanın güzelliklerini yaşamadan, bir sevgilinin kokusunu içine çekmeden, kaçamaklar yapmadan Omuzlarındaki ağır yüklerle cephelere sürülmüşlerdi efendileri tarafından… Ateşin düştüğü ocaklara acıyı miras olarak bırakıp gittiler, unutulurcasına… Efendiler yeni kurbanları için yeni masallar uydurmanın derdindeydiler. Kurbanların anneleri babaları yaşadıkları acıları kabuk bağlamadan şehvetle seviştiler efendilerine yeni “kahramanlar” hediye etmenin telaşıyla. Efendiler iyi birer masal uydurucusu oldular asırlarca, mahirdiler bu konuda… Efendilerin yeni efendilere bıraktıkları en önemli miras; masal uydurma sanatı olsa gerek. Böylelikle hükümranlıklarını sürdürmeleri daha kolay oluyor.

        Hiçbir ana “kahraman” olsunlar diye çocuk doğurmaz. Çocukları yaşasın diye didinirler. Ölümden ve öldürmekten uzak tutmaya çalışırlar. Yüz yaşına da gelseler analar için hep çocukturlar. Bağırlarına basmak, acılardan uzak tutmak, korumak, yaşatmak isterler.

       Hiçbir savaş ananın umutlarını tüketemez. Kan gölünde de insanlığın kötüler tarafından ele geçirilemediğini görür. Mayasında kendini var etme, sürdürme, geleceğe kalıcı güzel bir yaşam bırakma amacı olanların soyu tükenmez. Soysuzların varlığına inat direnen soylu insanların varlığı…

       Derin, çok derin vadiden yükselen uğultular kulaklarımı tırmalıyor. Badem ağaçlarının, meşelerin, çok yüksek ve yaşlı ceviz ağaçlarının kapladığı vadinin ortasından berrak bir dere akıyordu. Ölüm makinesi uğramadan önce küçük bir cenneti andıran vadi şimdi ölüm kokusunun yeşil kokuyu ele geçirdiği, deresinden berrak suların yerine kan akan cehenneme dönmüştü. Kan akıyordu, kan kokuyordu vadi… Derin bir kederle birlikte öfke ve nefret karışımı bir duygu yüreğime oturdu. O cesetler aylarca, yıllarca orada kaldı. Bir açık hava müzesinde sergilenen misali, kemikler vadiye girme cesaretini gösterenlere göründüler. Ölüm vadisi cennet vadisini ele geçirmişti. Zaferiyle gurur duyabilirdi!  Ölüm; üstünlüğünü, azametini ilan etmişti. Daha düne kadar yakın bir zamanda canlı, hareketli, cıvıl cıvıl olan, yeşil örtüsüyle beni mest eden vadi derin bir ölüm sessizliğindeydi.

      Ölüm zaferini ilan etmişti. Berivan gözlerini güneşin aydınlığına kilitlemiş, iniltilerle son anlarını yaşadığını biliyordu. Annesinin sıcak göğsünde uzandığı, saçlarının okşandığı Berivan’ım benim diyen sesini duyar gibiydi. Umutsuzca, huzurla gözlerinin kapanmasına engel olamıyor. İncelen nefesiyle hayallerini geride bırakmıştı. Barut ve kan kokusuyla boğazında düğümlenen son sözcüğü “anneciğim” mırıldanmaya çalışıyordu. Hepsi bu kadarmış dercesine…

       Vadideki vahşeti gördükten sonra hem hayatın, hem yazmanın anlamsızlığı üzerine derin düşüncelere daldım. Niye yazıyorum ki! Bu karamsarlık beni ele geçirmişken irkilerek etrafıma bakınıyorum. Hakikat diye yükselen ses boşlukta yankılanıyor. Hakikati bir sonraki nesle aktarmalısın diye fısıldayan ses…

       Vadiden çıkınca köylere doğru ilerliyorum. Köyler ıssız ve sessiz. Hayat sanki toprağın altına çekilmiş. İnsanlar kaybolmuş, yerin altına gizlenmiş duygusuna sürükleniyorum. Vadideki çatışmalar, patlamalar canlıların hepsini yutmuş sanki. Cansız toprak yığınından başka bir şey yok uzunca mesafelerde. Yolunu şaşıran bir gezgin misali amaçsızca bakınıyorum. Issız köylerde derin bir sessizlik evlerde. Fırtına öncesi bir sessizlik.

       Savaşta birçoğu öldü. Çöllerde, ovalarda, dağlarda, vadilerde, köylerde, kentlerde. Taşsız, mezarsız çok uzaklarda unutuldular. Sanki bu gezegende hiç var olmamışlar gibi kısa sürede unutuldular. Adlarıyla birlikte… Hayatta kalanlara solgun birer fotoğrafın anısı olarak kaldılar bir süreliğine. Hayatta kalanlar ise yarım bir hayat sürdüler. Kimi kolsuz, kimi bacaksız, kimi ölüm kendisini bir an önce bulsun diye yakarışta bulundu. Hiçbir şey savaş öncesine dönmedi. Harabeler arasında kayıplar arandı. Kopmuş bacaklar, kollar, kesik başlar bulundu. Bulanlar ürpertiyle, korkuyla kaçıştılar. Ortalığı mide bulandıran bir koku ele geçirdi. Uzun yıllar bu koku genizleri yaktı. Ciğerleri kirletti. Nefesler yarımdı. İnsanlar soluklanmak için dağların tepelerine göz diktiler. Mecali kalanlar yürüdü, yürüdü. Sadece yürüdüler.

        Ölülerin kahramanlık heykellerini dikip, karşılarına geçip onlarla övünmek istemiyorum. Bütün yazdıklarım aslında ölüme, savaşa, şiddete duyduğum öfke ve isyandır. Ölü sevicilerine lanet okuyor her bir sözcüğüm.