Yirminci yüzyılın ortasında, Britanya İmparatorluğu’nun çekilirken çizdiği aceleci sınırlar, yalnızca bir coğrafyayı değil, bir hafızayı da ikiye böldü. Hindistan ve Pakistan, 1947’de bağımsızlıklarını ilan ettiklerinde yalnızca siyasi egemenliklerini değil, derin bir travmayı da miras aldılar. O tarihten bu yana yaşanan her kriz, her sınır ihlali, her diplomatik gerilim, o travmanın gün yüzüne çıkan yeni bir yarası gibi.

Son yıllarda tekrar alevlenen Hindistan-Pakistan gerilimi, özellikle Keşmir bölgesinde yaşanan sınır çatışmalarıyla yeniden dünya kamuoyunun dikkatini çekiyor. Bu defa savaş uçakları havalanmasa da, haber başlıklarında gerilim soğuk bir dille büyümeye devam ediyor. Diplomatik restleşmeler, sosyal medyada yayılan nefret dili, vize engelleri ve kültürel boykotlar; iki ülke arasında görünmeyen, ama derinleşen bir duvar inşa ediyor.

Oysa bu iki ülkenin kaderi, tarihsel olarak birbirine hem düşman hem kardeş kadar yakın. Keşmir gibi bir parça toprak, on yıllardır yalnızca stratejik değil, aynı zamanda sembolik bir alan olarak işlev görüyor. Orada çatışan yalnızca askerler değil; geçmişin hayal kırıklıkları, siyasi çıkar hesapları ve kibirci histeriler.

Savaşın görünmeyen yüzü daha ürkütücü: Nefretin çocuklara miras bırakıldığı, karşı tarafın insanlıktan çıkarıldığı bir kültürel inşa. Televizyon dizilerinden okul kitaplarına kadar her yerde karşı tarafın “öteki” olarak resmedilmesi, barışın önündeki en büyük engel. Zira barış yalnızca silahların susması değil, hafızaların onarılmasıdır.

Her iki ülkede de savaş yorgunu, barış umudunu kaybetmemiş milyonlarca insan var. Ne var ki, sesleri ya bastırılıyor ya da görmezden geliniyor. Barış çağrısı yapmak cesaret işi olmuş durumda; çünkü “hainlikle” yaftalanmak işten bile değil.

Hindistan-Pakistan meselesi, artık sadece Keşmir meselesi değildir. Bu, bölge halklarının geleceğini, kalkınmasını ve huzurunu ilgilendiren köklü bir sınavdır. Sınır hattında bir kurşun bile sıkılmasa, kalplerde açılan yaralar birbirine karşı düşmanlık üretmeye devam ediyor.

Belki de en çok hatırlamamız gereken şey şu: Kültürleri, tarihleri, dilleri iç içe geçmiş bu iki toplum, savaşın değil barışın yükünü bölüşseler, çok daha güçlü olabilirlerdi.

Yine emperyalizmin değişmez özelliği ile değişen yöntemlerinin farkında  olmalı insanlık...

Dünya haritasını açtığınızda gördüğünüz devletlerin çoğu gerçek bir istiklal kavgasının ürünü değildir. .

Çünkü emperyalizmin "böl ve yönet" politikalar hiç  değişmedi.Bu politika ile

ortaya çıkmışlardır ya da halklarını başka devletler adına kontrol etmek için kurulmuşlardır.

Ama şu an için, küp yine içindekini sızdırıyor: Kimi zaman öfke, kimi zaman korku… Ve ne yazık ki, hâlâ çok az umut var.

Hudutsuz görünüm  altında hep kaos körükleyen kapitalizmin bitmeyen Hudut kavgalarına tekrar Hindistan-Pakistan da eklendi.Şimdi tarihin ilerleyişi öylesine zihin açıcıdır ki, toplumsal süreçler gelişerek mantıksal sonuçlarını ortaya çıkardıkça, resmî tarih anlatıları çökmeye, geçmişin şifreleri birer birer çözülmeye başlar.

Soru:

Bu gerilim sessizliği ,üçüncü  Dünya Savaşı'nın yankıları olabilir mi?

Esas soru ise şudur: Türkiye dünyanın  bu halinden nasıl bir gelecek istiyor?

Artık bütün kavgamız bu soruya verilecek cevap üzerinden olmalı.