Yazmak, gelip geçen yaşamdan bir şeyler kaçırmaktır. Onları saklamak, anılara yolculukta sıkıca korumaktır. Gelecek yaşamlara emanet olarak bırakılacak o anların, o olayların, o yaşanmışlıkların, o eskiyip kaybolma riski olan mekânlarının zamanın tanıklığıyla sonraki kuşaklara yalın, saf, özgün bırakılmasının çabasıdır. Gıpta edilmesi veya dudak bükülmesi alıcının algısına, kavrayışına ve özümsemesine bağlıdır. Hiçbir şey, tek bir satır, küçücük bir anı, mekânların izbeliği veya gösterişli varlığı kaybolmasın isterim.

 

Yazmak kendinden kaçmak, etrafından uzaklaşmak kopmaksa da aslında yeniden buluşmaktır. Taşıdığın her sözcük, taşıdığın her kadın, taşıdığın her erkek, taşıdığın her mekân, taşıdığın her zaman seni geçmişin kuytuluklarına, karanlıklarına, şatafatına, göz kamaştırıcı mekânlarına, aydınlıklarına birlikte taşır. İç içe sunulan her yaşamın bir uzunca geçmişi ve kısacık geleceğinin olacağının gerçeğiyle yüzleşiriz. Aslında istediğimiz hiçbir şeyi kaçırmak değildir. Kılı kırk yararak biriken anıları gözlerden sakınmak ve korumaktır derdimiz.

Yaşlanan zamanın kısalmasına inat, yaşlanmanın üzerimize yüklediği ağır yükün getirdiği ölüm korkusuna inat, süreyi uzatmak. Elimizin altından kayıp giden, yetişemeyeceğimiz, ulaşamayacağımız, kabullenmekten başka çözümü olmayan o zamanı geriye sarıp yazmak, anılar biriktirmek. Her biriken anının içerisine karışan duyguları ve onları hissettirecek insanların akıp giden, kaybolan her biri başka mekânlara, zamanlara savrulanların boşluğunu yenileriyle doldurmak. Hayat böyle bir şey olmalı. Bir şeyler eksiliyor, yerini başka şeyler dolduruyor. Boşluk kabul etmiyor.

Kendi dünyamı çekincesiz sunmaya çalışırken başkalarının dünyasına girerken çekingen, davranırım. İhtiyatlı veya ölçülü… Kendimi izinsiz mekânına girilmiş bir yabancıya benzetirim. Yasaklanmış olanların ürkütücülüğü aklıma gelmekle birlikte yasakların çekiciliğine sürüklenir, kendimi kaptırırım. Hiç istemediğim halde içine girdiğim yaşamları içtenlikle, sıcaklıkla ve samimiyetle aktarmaya çalışırım. Olay, mekân, kahraman ikilemleri arasında dolaşırken benzeşmelerin yarattığı şaşkınlıkla yolculuğu sürdürmenin zorunluluğunda bulurum kendimi.

Her insan bir simgedir. Zamanın akıp giden sürecinde o simge bizim için anlamlaşır veya değerli bir varlığa dönüşür. Bize kattıkları, hayatımıza dokunduğu kadar izler, etkiler bırakır. Ya bir süreliğine bizimle olur veya bir süre sonra kaybolur gider. O simgeleri görüntüleriyle tanırız. Gerçek kişiliklerini, ruhlarını tanımamız çok zor olsa da izlerini takip etmek zorunda kalırız. Sonraki nesillere olumlu veya olumsuz anılarını sunma pahasına katlanırız o yolculuğa. Yazarken o izlere de yolumuz uğrar, yolculuğumuzun molalarında. Bir süreliğine konaklar geçmişi yad eder, kelam eyler acıları, kederleri, sevinçleri, coşkuları dağarcığımızdan dökülüverir sözcüklerin ritmiyle usulca, sessizce akar.

Simgemiz insanın yükü ağırdır. Hayata tutunmak, yaşamak için katlanır çilelere, umutsuzluklarını aşmaya, karanlıktan ışığa ulaşmaya çalışır. Bir de bizi ulaştırmaya çalışmışsa ışığa, dağarcığımızda tahtını kurar. Bizim için kaybolmaz bir değere dönüşür, öylece kalır. Bedeni kaybolsa da ruhuyla hep sizi sarmalar, ufka bakar, ufka yolculuğu size gösterir. İnandığın yoldan ve ışıktan asla vazgeçme der. Zamana aldanma. Nasıl akıp gittiğine şaşarsın. Bazen büyücü misali, bazen görünmez bir el misali, bazen seni yukardan izleyen bir göz misali kaybolur. Farkına varmana izin vermeden seni tüketirken, kendi tükenmezliğinde yeni simgeleriyle yoluna devam eder. Bundandır onun anlaşılmazlığı, görünmezliği, gücü, kudreti. Kendisine hüküm ettiğimizi sandığımız zamanlarda da aslında ne kadar güçsüz olduğumuzun idrakinden yoksunuz. Zaman çok garip bir şeydir. Bilinçaltımıza, belleğimize yerleşen birçok olay zamanın kendi mecrasında kendiliğinden düşüverir sözcüklerin sihriyle… Anılara dalarken bizi uyandıran o zaman diliminin canlılığıdır.