Sırtını dağlara dayamış bereketli ama az topraklara sahip bir köyde yaşıyordu Zeynal . İkisi kız üçte oğlan kardeştiler. Anneleri ve köydeki yaşlıların anlattıklarına göre babaları Uzun Selim katıldığı Çanakkale savaşlarından geri dönmemiş aradan onca yıl geçmesine rağmen kendisinden asla bir haber alınamamış, zamanla ailede gelir ümitleri bir bir sönmüştü.

             Kocasının dönmesini yıllarca bekleyen Düriye kadın gerek kardeşleri gerekse kayınlarının yardımıyla ayakta durmuş, çocuklarını büyütmüş, zamanın elverdiği şartların imkânlarıyla onları everip yurt yuva sahibi yapmış vakti saati dolunca da Selim’inin yanına son yolculuğuna çıkmıştı.

             Annelerinin ölümünden sonra bir araya gelen kardeşler bir müddet yuvanın dağılmaması pahasına taşınmazları paylaşmasalar da gerek araya giren nifakçıların gerekse hanımlarının el ağzına uyarak geçimsizlik yaratmasıyla bu işi fazla uzatmadan zamanla taksimatı gerçekleştirdiler.

             Zeynal kardeşleri Hüseyin ve Mahmut’a nazaran daha uzun boylu iri kıyım bir gençti. Çocukluklarında anası onları köylerine uzakta bir ilçeye kuran kursuna imam yetişsin diye göndermişti. Üç kardeş içlerini kavuran köy hasretine ve kurstaki olumsuzluklara dayanamayıp beş altı ay sonra bir yolunu bularak kaçmışlardı.

              Hüseyin ve Mahmut çiftçilik ve hayvancılığın karın doyurmadığı o yıllarda ek olarak amelelik, ırgat durma gibi işlerle evlerinin geçimine katkıda bulunurlarken bazen köydeki imamın mazereti olduğunda birkaç günlüğüne camide namaz kıldırırlardı.

             Zeynal kardeşlerinin tersine sanata ve yaratıcılığa pek hevesliydi, eli işe yatkın olduğundan köyde arızalı kapı pencere gibi ufak tefek tamiratlara bakar, veren olursa para olmazsa duaya talim ederdi. Köye başka bir yerden Şehmuz adında nalbant gelmişti, adam yaşlı olduğundan bir yardımcıya ihtiyaç duyuyordu, o sırada ineklerini nallatmak için sıra bekleyen köylülerine nazaran daha güçlü kuvvetli Zeyna’ldan yardım talebinde bulundu. Bu Zeynal’ın hayatında bir dönüm noktası olmuş, adam ölünceye kadar onunla köy köy dolaşmış sonradan bu meslekten ailesini geçindirmişti.

             Yıllar habersizce geçerken atmışlı yılların ilk başlarında kalkınma hamlesini başlatan Almanya Türkiye’den işçi talebinde bulunmuştu. Zeynal boş durur mu, köyde o kahve senin bu sokak benim aylak aylak dolaşan oğulları Ekrem ve Yılmaz’ı bulup buluşturup ayrılık acısını içine atarak artlarından birer kova su döküp Almanya’ya yolcu etti.

             Beş altı yıl sonra köydeki hayat şartları değişmeye başladı, giyimler bir başka düğünler bir başka olurken kara örtü toprak damların üstü kırmızı kiremitlerle süsleniyor yıkılan virane eski evlerin yerini de yenileri alıyordu. Köyden şehre yolculuk eskisi gibi eşekle, atla, at arabalarıyla değil onların yerini minibüs ve kamyonlar alıyor, çiftçilik artık traktörlerle yapılıyordu.

              Yaşlanan Zeynal mahalleye yeni yapılan caminin duvar diplerinde namaz vaktini beklerken kardeşleri Mahmut ve Hüseyin’le ara sıra ezan okuma tartışmalarına giriyordu.

              Cebi para gören köylü boş durur mu, aileler arasında iddia ile köyden şehre taşınmalar başlamıştı. Gelinlerinin baskısına dayanamayan Zeynal oğullarına durumu iletti. Bir aracının yardımıyla şehrin güneyinde bağlık bahçelik köy yaşamına uygun şehre uzak bir konak alıp göçü kısa zamanda oraya taşıdılar. Etrafta doğru dürüst ev olmadığı gibi selam verilecek bir komşuya bile rastlanmıyor, kulaklara inek, dana koyun kuzu,  at, eşek ve kuş seslerinden başka ses duyulmuyordu.

             Zeynal buradaki yaşamdan kendisi ve gelinlerinin memnun olmadıklarını, insan yüzüne hasret kaldıklarını, çocukların bahçe aralarında kaybolduklarını, tek arzularının bir an önce köye göçmek olduğunu belirten bir mektup yazdı.

              Var mı öyle köy hayatını bilip tanıyan birisine mecbur kalmadıkça köyünden ayrı yerin havasını tatmak koklamak. Göçü şehirden köye taşıyan Zeynal elden utanmasa ve gözleri eskisi gibi iyi seçse yaşına başına aldırmadan yine nalbantlık yapacak ama o günler artık çok gerilerde kalmıştı. Gel gör ki cami duvar diplerinde ve nesli azalan köy odalarında pineklemek onun kârı değildi.

             Eski rezillik çiftçilik günlerini düşünen Zeynal’ın en hoşuna giden şey traktör ve aksamının köylere gelmesiyle işlerin kolaylaşması, bunun yanında ırgatlık günlerinin yarı yarıya kısalmasıydı. Acaba oğullarına bir traktör mü aldırmalıydı. Ya derlerse ”baba yirmi dönüm tarlamızın işleri için onca masraf edip bir traktör almaya değer mi”?

             Oğulları Ekrem ve Yılmaz babalarından gelen mektuptaki isteklere bıyık altından gülerek olumlu cevap verdiler. Sarı renkli traktör kısa zamanda kapıya çekildi. Traktörün bütün sorumluluğu Ekrem’in büyük kaynı köyünde ‘Gara Şimşek’ lakabıyla anılan Dursun’daydı.

             Dursun fakir bir ailenin oğluydu, o da her genç gibi traktöre hevesliydi. Traktörü olan kimin kapısında çiftçi dursa o adamı ve kapısındaki traktörü öve öve bitiremezdi. Ele hizmet edeceğine akrabaları Zeynal emmisine hizmet ederse sanki traktör onun malıymış gibi olurdu, ne de olsa içlerinde bacısı vardı. Bu yüzden Zeynal emmisinin vara gele aklını çelmiş en sonunda içini kemiren bu emeline kavuşmuştu.

             Zeynal traktörle bayağı ilgileniyor, nasıl sürüleceğini pek merak ediyordu, işte bu yüzden olur olmaz bahanelerle Dursun’u yanına alarak “sür oğlum şuraya, sür oğlum buraya” diye talimatlar verirken gözünü de onun hal ve hareketlerinden ayırmıyor bazen de merak ettikleri şeyler hakkında sorular sormada bir sakınca görmüyordu.

             Yaz aylarının gelmesiyle köylünün hasat zamanı başlamıştı, biçerdöverler tarlalarda fırıl fırıl dönerken kimi köylülerde saman ihtiyacından dolayı eski anam babam usulü orak makinasıyla ekini biçip traktörlerle harmana taşıyarak patosla eziyor, çıkan tınası da rüzgarlı havalarda el birliği ile yabalarla savurarak taneyi samandan ayırt ediyorlardı.

             Zeynal çiftçileri Dursun’la sap çekiyorlardı, işi çıkan dursun yol ortasına traktörü bırakarak aceleyle izinsiz harmandan ayrıldı. Biraz sonra başka bir traktörün yoldan geçmesi gerekiyordu, Zeynal sağa sola baksa da Dursun’u bulamıyordu. O anda kendisine her nasılsa bir öz güven geldi, kendince “baka baka işi kıvırdım” düşüncesine kapılarak kendisini traktörün üzerinde buldu.

             Hatırladığı tek şey sol ayağını debriyaja basıp traktörün anahtarını çevirmesiydi, bulundukları yer meyilli olduğundan ayağını debriyaja basmasıyla fitesi boşta kalan traktör hızla bulunduğu yerden hareket ederek yakınlarındaki savrulmayı bekleyen tınasın üzerine çıkarak adeta iki ayağının üzerinde şaha kalkmış bir atı andırıyordu.

             Durumun gerçeğine varan Zeynal’ın dili dişi durmuş şaşkınlıktan traktörün koltuğuna çakılırken adeta bir heykele benziyordu. Vakit öğle üzeriydi on on bir yaşlarındaki dizinin dibinden ayrılmayan torunu Yavuz gördüğü manzara karşısında şok olmuş, o anda harmana yemek getirmekte olan annesini gördüğünde hem ona doğru koşuyor hem de “anaa anaa dedem aya çıktı” diye bağırıyordu.