Çalar saatin tiz sesi ile yataktan fırladı Hayriye. İlk işi yan odadaki yavrusuna bakmak oldu. Gece ateşlenmişti minik kuzusu. Şurup vermiş, alnına ıslak havlu koymuştu. Seda yatakta aygın baygın yatıyordu. "Havalarda bir açıyor, bir kapıyor, üşütmüş meleğim." diye kendi kendine söylendi Hayriye. Gözü gözüne değmemiş, sabaha kadar kızının başını beklemişti. Sabaha karşı Seda'nın ateşi biraz düşmüştü.

Yorgunluktan bitkin düşen Hayriye, azıcık kestireyim yarın okul var, diyerek girmişti sıcacık yatağa. “Bu erkeklerde hep böyle, çocuk hasta ama şuna bak hiç umurunda değil” diye öfkeyle bakmıştı mışıl mışıl uyuyan kocasına. Sonra da kafayı koyar koymaz uyumuştu.

Seda'nın alnına elini koyarak ateşini kontrol etti. Biraz düşmüştü. Uyanınca tekrar şurup vermeyi düşünerek lavaboya doğru ilerledi, uykusuzluktan kızarmış gözlerine, yorgun ve soluk yüzüne hızlıca birkaç avuç su çarptı. Mutfağa doğru ilerledi. Küçük çaydanlıkla ocağa su koydu. Dolaptaki kahvaltılıkları hızlıca masanın üzerine çıkardı. Sonra da yatak odasına doğru ilerledi. Evin içinde yürümüyor adeta koşuyordu.

"Kalk hadi Osman, saat geldi" diye tok bir sesle seslendi kocasına.

Osman yatağın içinde bir sağa, bir sola döndü sonra da isteksizce kalktı. Sanki sabaha kadar nöbet tutan oydu.

"Seda hasta, sabaha kadar ateşler içinde yandı yavrucak. Onu hastaneye götürmek lazım"

"Neyi var ki?"

"Üşütmüş. Çocuğu bir doktora götürsen."

"Götüremem."

"Neden?"

"Yerime bakacak kimse yok. Bugün izin almam imkansız."

"Ufff ya! Ne olacak şimdi? Bu halde kreşe de gidemez. Kafayı kaldıramıyor çocuk."

"Yan komşu Elif teyzeye söylesen de Seda'ya baksa. Evdeki şuruplardan verse, akşam iş çıkışı bir çözüm buluruz."

Hayriye'nin yüzü asılmıştı, dokunsalar ağlayacaktı. Elif teyzenin kapısını hafifçe tıklattı. Yaşlı kadın sanki işe gidecekmiş gibi erkenden kalkmıştı.

"Olur evladım, olur, bakarım, şuruplarını da veririm, aklınız çocukta kalmasın." dedi, dedi demesine de gel onu ana yüreğine anlat.

*****

"Günaydın çocuklar."

"Günaydın öğretmenim."

Yüzünde tatlı bir gülümseme, öğrencilerine baktı Hayriye.

"Türkçe kitaplarınızı ve defterlerinizi çıkartın bakalım." Gözü boş sıralara kaydı "Gökçe ile Kemal nerede?"

"Hastaymış öğretmenim."

Takır takır öksüren bir öğrencinin yanına yaklaştı.

"Hasta mısın Murat?"

"Evet öğretmenim."

Elini Murat'ın alnına koydu. "Oooo, senin ateşin var oğlum! Neden geldin?"

Murat bir suçlu gibi boynunu büktü.

"Arayayım da annen gelsin, seni götürsün."

Burnunu çekmekte olan Süleyman'a baktı.

"Mendilin yok mu senin?"

Süleyman suç bastırır gibi sırıtarak: "Kaybettim."

Çantasındaki mendil paketinden bir tane çıkarıp uzattı "Al şu mendili de burnunu sil." Murat'ın annesini aradı, Ayşe’nin dağınık saçlarını topladı, Mehmet’in botunun ipini bağladı, Ezgi’nin kalemine uç taktı sonra da derse geçti. Tahtaya notlar yazdı. Kitaptaki okuma parçasını okuttu. Öğrencilerine sorular sordu. Anlattı... Anlattı...

Sabahki üzgün, hırçın kadından eser yoktu. Yüzü gülüyor, bakışları ile çocukları süzüyordu. O görevinin, sorumluluklarının bilincinde bir öğretmendi. Öğrencilerinin ışıl ışıl parlayan gözlerinde hayat buluyordu. Onlar öğrendikçe o da mutlu oluyordu. Onları yoğuruyor, şekil veriyor, sanat eserlerine dönüştürüyordu.

Zil sesi ile birlikte dışarı çıktı çocuklar. Okul bahçesinde oyuna daldılar. Hayriye öğretmen onları guruplara ayırdı sonra da ortaya bir top attı. Müsabaka başladı. Hayriye öğretmenin elinde bir düdük... Hayriye öğretmen takım çalışmasını, birlikte hareket etmeyi öğretiyordu.

Hayriye öğretmenin elinde bir mendil, çocuklarla mendil kapmaca oynuyordu. Rekabeti öğreniyor çocuklar, mücadele etmeyi... Bir öğrenci mendili kapıyor ve köşesine koşuyor, başarıyı, başarmanın hazzını öğreniyor. Diğeri yeniliyor, yenilgiyi hazmetmeyi öğreniyor.

Koşarken ayağı kayıp düşüyor Beyza, dizi kanıyor. Hayriye öğretmen:

"Koşun çocuklar buz getirin, tentürdiyot getirin, sargı bezi getirin." diyor. Öğrencilerin her biri bir tarafa koşuyor. Alıp getiriyor öğretmenlerinin istediklerini. Yardımlaşmayı öğreniyor çocuklar. Bir anne gibi şefkatli sarıyordu Beyza'nın dizini Hayriye öğretmen.

Zil çalıyor beslenme saati. Kurt gibi acıktı çocuklar. Hayriye öğretmen sıraları birleştiriyor. Beslenmeler ortaya konuyor. Kendi aldığı simitleri de ortaya koyuyor, oturuyor çocuklarının yanına. Sohbet ederek hep birlikte yiyorlar. Paylaşmayı öğreniyordu çocuklar. Birlikte yemenin, birlikte içmenin, toplum olmanın önemini öğreniyordu.

Paydos zili çalıyor. Çocuklarının montunu giydiriyor Hayriye öğretmen. Şapkalarını takıyor, atkılarını sarıyor. Bir misafiri yolcu eder gibi uğurluyor öğrencilerini. Boşalan sınıfına son bir kez göz gezdiriyor. Görevini yerine getirmenin huzuru ile çıkıyordu okuldan.

Koşarcasına ilerliyor kalabalık yolda. Şimdi aklı Seda'sında. Sabah ateşler içinde bıraktığı yavrusunda. Yaralı bir ceylan gibi atıyor yüreği. Gözlerinden istemsizce bir kaç damla sızıyor. Canım yavrum, sana bakamadım, ilgilenemedim, diyor.

Sonra kulaklarında bir ses çınlıyor: “Yeni nesil sizin eseriniz olacaktır.” Hayriye öğretmenin yüzünde tekrar tatlı bir tebessüm beliriyor. Gökyüzüne dikiyor gözlerini, masmavi gökyüzüne… Bulutların arasında çakmak çakmak bakan iki gözle buluşuyor gözleri. Özlemle, hasretle bakıyor karşısındaki surete. Başı dik, yüreği huzurlu, yüzünde öğretmenin, öğretmen olmanın gururu… Bakıyor başöğretmene.

“Açtığın yolda, gösterdiğin hedefe durmadan yürüyeceğime ant içerim, ant içerim” diyor Hayriye Öğretmen. İçindeki gururu, coşkuyu haykırıyor tüm dünyaya.

Canım öğretmenlerimiz, hakkınız hiç bir zaman ödenemez. Bir öğretmen gözü ile bakmak istedim bugün dünyaya.

Öğretmenler gününüzü kutlar, saygıyla ellerinizden öperim.

Ya toprak ol

Ya da su

Sakın ateş olma