-BİR EYÜP SABRİ TUNCER KLÂSİĞİ: “ALLAH BEREKET VERSİN!”
Eyüp Sabri Tuncer (1898-1981) iri yarı, babacan, posbıyıklı bir adamdı.
Pek yakın değildik, resmi bir ilişkimiz vardı. Beni gördüğü zaman, kendisine has şivesiyle: “Merhaba evlat! Bugün nasılsın?” derdi.
Buna karşın ciddi ama yardımseverdi. Kırmızı şeritli istiklal madalyasını devamlı taşırdı.
Bütün çalışanları sigortalıydı, hiç kayıt dışı çalışmazdı. Hatırlıyorum. Beş kuruşluk alışveriş dahi yapsanız kelimeleri uzata uzata: “Al-lah bereket versin,” derdi Rumeli şivesiyle.
Kim gelirse gelsin, en basit bir şey dahi bir şey alsanız, hep aynı şekilde ortalığı inletirdi. Bir kısmı da sırf onu dinlemek için alışveriş yapıyordu.
Vahit Bey kalınlaştırdığı sesini yükselterek:
“Allah bereket versin!” diye ünlediği anda tasvir ettiği o iri yarı posbıyıklı adam sohbetimize katılmış gibi hissediyorum.
-PROSTAT KANSERİNE KEÇİ SÜTÜ,
-KAVRULMAMIŞ NEVŞEHİR KABAK ÇEKİRDEĞİ,
-KÖZDE KIZARTILMIŞ ORGANİK DOMATES İYİ Mİ GELİYOR?
-SABAHATTİN TUNCER PARİS’TEKİ KOZMETİK FİRMASINA NEDEN TÜRKÇE MEKTUP YAZDI?
-DUA OKUYAN İMAM’A NE KADAR MAKUL BİR ÜCRET ÖDENMELİ ?
SABAHATTİN TUNCER
(1923-2016)
Vahit Özdemir:
Eyüp Sabri Tuncer’in oğlu Sabahattin Tuncer, iyi bir teknik ressam. 1923 doğumlu. Bir dönem şimdi her ikisi de fakülte olan ama o zaman aynı çatı altında yer alan Ziraat Enstitüsü ile Veterinerlik Enstitüsü’nde teknik ressamlık yapıyor.
Teknoloji şimdiki gibi gelişmiş değil, hayvan iskeletlerini eliyle çiziyor. O çizimleri daha sonra ona göndermişler, çok memnun olmuştu. Bir ara bankada çalışıyor. Nihayetinde babası “gel işin başında dur!” diye onu çağırıyor, böylece ‘50’li yıllarda babasının yanında çalışmaya başlıyor.
İşi asıl büyüten ve geliştiren, ilk defa Türkiye’de yerli ve millî esansı, esanslı limon kolonyasını üreten Sabahattin Tuncer’dir.
Ankara Ticaret Lisesi mezunu. Kimyager falan da değil. Kimya ile uzaktan yakından alâkalı değil ama çok yetenekli.
Bunları dinlerken ben de Sabahattin Tuncer’in, delikanlılığa henüz adım atmış Vahit’e neden kimyager olmasını öğütlediğini de böylece çözmüş oluyorum. Bu arada anlatı sürüyor.
Vahit Özdemir:
Sabahattin Bey, esnaflığa yatkın bir adam. Çok düzgün insan. Mütevazı yaşamayı sever. Sonra prostat kanserine yakalanıyor, ona verilen ilaçlardan memnun kalmıyor.
İlaçları çöpe atıyor, bir yerden duymuş, keçi sütü içiyor. Tabii imkân sahibi. Lalahan’da fabrikası var, orada dört-beş tane keçi besliyorlar. Adamları sütlerini sağıyorlardı. O da her gün bir litreye yakın keçi sütü içiyordu. Bu şekilde kansere rağmen 93 sene yaşadı. O zaman prostat kanserinin belli bir yaştan sonra ağır seyrettiğini,
keçi sütünün,
kavrulmamış Nevşehir çiğ kabak çekirdeğinin,
közde kızartılmış organik domatesin faydalı olduğunu söylediler.
Sabahattin Tuncer’le iyi bir hukukumuz vardı. Onların imalathaneyle benim çalıştığım avukatlık bürosu karşı karşıya. Ben büroda boş vakitlerimde kitap okuyorum, oraya gelen tüm gazeteleri küçük ilânlarına kadar okuyorum. Bazı hukuk kitaplarını okuyorum.
Şimdi Kültür ve Turizm Bakanlığı’na ait bina o zaman Adliye ve tam karşımızda, birine dilekçe yazılması gerekirse onu yazıyorum, arzuhalcilik de yapıyoruz yani. Basit konular, savcılıktan temiz kâğıdı isteyecek mesela.
Şansımız şu, ilkokuldaki öğretmenimiz bize dilekçe yazmayı öğretmişti. Daha köyde beşinci sınıftayken, bize bu alıştırmaları yaptırmıştı. Hatta hiç unutmam, Amerika tarafından hibe edilen buğday vardı bize vermemişlerdi.
“Kaymakamlık Yüksek Makamı’na, buğdaydan bizim köye de verilmesini vs.” diye dilekçe yazmıştım.
Götürüp vermiştim.
Kaymakam; “kim yazdı bunu?” diye sordu. “Ben yazdım,” dedim. Yazı İşleri Müdürünü çağırdı, “Çocuk iyi bir dilekçe yazmış, ona biraz daha buğday verin!” diye talimat verdi.
Bürokrasinin içerisinde böyle baba adamlar da oluyordu.
Her neyse işte bizim büronun kapısı hep açık duruyor, oradan beni görüyor Sabahattin Tuncer. Onların işçilerinin arasına karışmıyorum, haytalıklarına uymuyorum. Bu şekilde dikkatini çekmişim, benimle ilgilenmeye başladı. Öyle herkesle konuşan biri de değildi.
Özlem Pekcan: Karakteri nasıldı?
Vahit Özdemir: Dürüst, namuslu bir adamdı. Türkiye’nin mutluluğunu, esenliğini isterdi. Çok az yemek yerdi. 2016’da vefat etti. Bundan birkaç sene önce beni arabayla aldırıyordu. Birlikte yemek yiyelim diye. Yemek de sebze. Sonra soruyor: “Vahit nasıl?”
“Çok güzel, teşekkür ederim. Eline koluna sağlık!” Hakikaten güzel ama beni kesmiyor. Sabahattin Bey o kadar az yiyor ki, hemen doyuyor. Zaten görseydiniz, manken gibiydi.
Şimdi benim kullandığım fabrikadaki odasının kapısı daima açıktı. “Tık-tık” vurulmasından rahatsız olurdu. “Gir içeri yahu!” derdi. “Kapı açık olduğuna göre girmen lazım!” Diyelim ki kışın bir gariban işçi gördü. Paltosu yok. Hemen adamlarına talimat verir, ona palto aldırır. Fakat yanında para taşımaz, harcamayı şoförü yapar, sonra ona verirler.
Rahmetli Sabahattin Tuncer’in üzerimde çok emeği var, düzgün, vicdanlı bir insandı. Parayla pulla ilgisi yoktu. Yemeğini, ekmeğini dahi kendisi yapardı. Lalahan’daki fabrikanın üst kısmında güzel bir evleri var, orada yaşıyordu. Ayda bir Ankara Sanayi Odası toplantısına katılırdı. Okumaya yazmaya fazlasıyla meraklıydı.
Bir gün beni aradı: “Vahit kitaplarımı dağıtacağım, gel sana da vereyim,” dedi. 10-15 tane kitap aldım sonra; “Bunları da başkalarına dağıtacağım,” dedi. Kalan kitaplar hâlen merhumun odasında duruyor.
Öte yandan enteresan da bir adamdı. Türkiye’deki yerli ve millî esansın babası, kozmetik duayeni.
Aslında kimyacı ya da kimyager değil, alaylı kozmetikçi ama sürekli “daha iyi bir ürün nasıl üretebilirim” diye düşünüyor.
Paris’teki bir kozmetik firmasına Türkçe mektup yazıyor, mektubunu bir Ermeni’ye okutuyorlar ve onun aracılığıyla Türkiye’ye kitaplar gönderiyorlar. Tabiatıyla gelen kitaplar Fransızca, Sabahattin Tuncer bunları Türkçe’ye tercüme ettiriyor, onlardan istifade ediyor. Bugün eğer Türkiye’deki özellikle kolonya çeşitlerinde, limon kolonyasında ucuz fiyat varsa onun sayesinde.
Ayrıca Burdur ve Isparta köylülerini lavanta ekmeye teşvik eden, doğudan güneydoğudan gelen işçilere sahip çıkan, onlara ağaç diktiren, fabrika civarını orman haline getiren hep Sabahattin Tuncer.
Fakat sonra bir baktık ki, ormana başka birinin adı verilmiş. Devrin Orman ve Su İşleri Bakanı Veysel Eroğlu ile görüştüm. Durumu izah ettim. Orman Genel Müdürü’nü Bekir Karacabey’i çağırdı, meseleyi sordu.
Genel Müdür Karacabey: “ Bizim orman vakfına bağışta bulundular, biz de kişinin adını oraya verdik, böyle bir geleneğimiz var,” diye açıkladı.
Sonra Veysel Eroğlu talimat verdi, o fabrikanın yakınındaki ormana “Eyüp Sabri Tuncer ve Sabahattin Tuncer Hatıra Ormanı “ismi verildi.
Bir tören yaptık, ağaç dikme töreni. Beş yüz kişi katıldı. Gelenlere kavurma, ayran ikram edildi.
Üç imam çağırdık -fikir de benden çıktı-. İmamlara 2016 yılında 150 lira vermek yeterliymiş, bizimkiler bir zarf içinde beş yüzer lira koymuşlar yani o gün iki yüzer dolara tekabül ediyor.
İmamlar önce lavaboya gidiyorlar, herhalde ne aldıklarını kontrol ediyorlar, sonra “eşimiz şunu sever, bunu sever” diyorlar, fabrikadaki kolonya ürünlerinden de alıyorlar.
Nihayet Kur’an okumaya başladılar, epey de uzattılar. Fakat gelen bayanlar yüksek topuklularla ayakta duramıyorlar. Sigara içmek isteyen var, sigara içmek yasak. Fabrikada yangın çıkabilir.
İmamlara bitirmelerini söyleyemiyoruz.
Sonra bir dostuma anlattım: “Abi İmama ne kadar verirsen o kadar okur,” dedi. “Beş lira verirsen beş liralık okur, beş yüz lira verirsen beş yüz liralık okur. Yüz liradan fazla vermemeniz gerekirdi.”
Böyle bir hatıramız da oldu. Bu vesileyle epey ağaç dikildi. O zamanki Orman Genel Müdürü Bekir Karacabey sağ olsun ağaç dikme konusunda bize ciddi katkıda bulundu. Kendisine müteşekkiriz.
NOT:EDİTÖR ÖZLEM PEKCAN TARAFINDAN KALEME ALINAN ÇARIKLI DİPLOMAT VAHİT ÖZDEMİR KİTABINDAN ALINTIDIR. (Devam Edecek)