Güz soğuk yüzünü gösterdi. Bir yanda yeşilden sarıya, kahveye dönen yapraklar, diğer yanda asık suratlı bir hava. Sanki beni dövmeye hazırlanıyor.

“Konuş bakalım! Sen mi kırdın bardakları? Kilerdeki tandır ekmeğini sen mi aşırdın?”

“Yok, vallahi billahi! Ne bardakları kırdım, ne de ekmek çaldım!”

Sevmediğimiz, en çok korktuğumuz insanların suratı gibi oluverir gökyüzü. Elinde oklava, üzerimize üzerimize koşar. Kaba etimize ha indirdi ha indirecek sanırım. Hangi yöne kaçsam? Hangi deliğe saklansam bilemem… “çaaat çaatııırt!” diye bir ses, sanki kulakları sağır eder. Bir ışık süzmesi gök kubbeyi ikiye yarar. Sanki bir kılıç iner, mahşer yerinde bekleşen günahkârlara… Tanrı, kendinize gelin, yoksa dünyayı başınıza yıkarım, azabımdan korkun! diye haykırır.

Bir yağmur başlar, gökyüzü delinmişçesine. Bardaktan değil, kovadan boşanırcasına. Toprak suyu içmez, inatlaşır. Kiri, pası, kötülükleri yutmalıdır. Ama betonlara… Betonlaşan dünyaya… Betonlaşan yüreklere küsmüştür.

Ak olarak yere düşen damlalar bir anda kararır. Yönünü kaybeder, nereye gideceğini bilemez. Tutunacak bir dal arar. Sığınacak bir yuva… Bir ağaç kökü…

Güz hüzün verir gönlüme. Geçen ömrüme üzülürüm. Boşa geçen yıllarıma… Yapmadığım, yapamadığım, yapmak için çabalamadıklarıma… İçimde… İçimde kalan yaşanmamışlıklara…

Hem atlıyım, hem de yaya… Baki kalırım sandığım dünyada… Sayılı nefes kalmış. Ama yapmak istediğim pek çok şey var.

Mevsimler geri döner mi?

Gelir mi tekrar ilkbahar?

Güneş gülümser mi tepemde?

Toprak, çiçekli, yeşil fistanını giyer mi?

Şekerim, tansiyonum, kalbim… Titreyen ellerim… Bastona dayanmadan yürümeyen ayaklarım… Yeni sürülmüş tarlaya benzeyen yüzüm… Bunlara da bahar gelir mi?

Varsın yine boş olsun cüzdanım. Ayağımda lastik potin, bacağımda yamalı pantul, rengi bozarmış gömleğim… Aldırma!.. Bahar gelsin, gelsin yeter ki… Hepsine razıyım.

Yüzümde çocukluğun neşesi… İçimde gençliğin heyecanı… Dert, gasavet bilmeden umarsızca yaşayacağım, yaşayacağım hayatı.

Ya toprak ol

Ya da su

Sakın ateş olma